10 Mart 2011 Perşembe

TADINA DOYULMAMIŞ BİR ORTADOĞU HİKAYESİ-ŞUBAT 2011


    Gezimin hikayesi iki yıl öncesine dayanıyor. Gezip döndükten sonra yazmaya başlamış ama  bir türlü devamını getirememiştim. Bir kaç zamandır Suriye'deki karmaşa, saldırılar, ölümler, tecavüzler, şehrin harap hale gelmesi anılarımı tazeledi ve içimden bir ses "Bu yazıyı bitirmelisin" diye beni rahatsız etmeye başladı. Tekrar bilgisayar başımdayım. Bitmemiş, yarım kalan bir hikaye için hatıramda kalanları kazıyıp, yazıya dökmeye çalışıyorum .
  
OCAK-ŞUBAT-2011    
      Yaz tatili bitip de okul başladığında benim gibi özgür ruhlar yerli hayata adapte olmakta zorlanırlar. Bu sebeple bir şekilde düzenli şehir hayatıyla,  ve okulla zihinsel ve içsel bağlantı kurmayı kolaylaştırmam gerekir. Bu da bir çeşit kendini kandırmaca oyunuyla gerçekleşir. 
   Oyunum daha okullar açılmadan sömestirde nereye gitmeliyim planıyla başlar ve hayalimin peşine balıklama atlarım. O zaman da değmeyin keyfime! 
    Ne gözüme yerleşik hayatın çıkmazları çarpar ne de okulda bütün gün tahta başında yediğim tebeşir tozları, çözdüğüm binlerce matematik sorusu ve  gençliğin bin bir çeşit haylazlıkları gelir. Varsa yoksa gideceğim, beni içten içe kemiren yeni dünyayı tanıma telaşı.
       Ama önce o gideceğim yeni dünyayı bulmam gerekiyor değil mi? Gideceğim zamanın kış mevsimine denk gelmesi nedeniyle biraz daha sıcak yerlere gitmem gerektiğini düşünürken sonunda kararımı veriyorum. 
    Ülkemizin daha güneyinde olup, çocukluğumda kardeşimle oynarken bir gözümün kaydığı Mesut Mertcan'lı haberlerde mutlaka hakkında kötü bir haber duyduğumuz ORTADOĞU bölgesi hiç de fena bir fikir değil hani.  Bu fikir aklıma ilk girdiğinde sizinle paylaşmak istediğim zihin görüntülerim olmazsa olmazım. Patlayan arabalar, intihar bombacıları, araba üstlerinde taramalı silahlar, sağa sola düşen ölüler, ağzı burnu puşi sarılı koyu tenli adamlar..Ve arkasından gelen "Ama artık iç savaş yok" iç sesiyle kendini rahatlatma stratejileri.
     Zaman ilerleyip gitme vakti yaklaştıkça bende heyecan ve merak artmaya başlarken; zaten her zaman karışık olan ORTADOĞU'da da son günlerde sular iyice ısınmaya başlamıştı.
    Lübnan , Ürdün ve Tunus'da ayaklanmalar başlamıştı bile. Biraz korku biraz merakla beklemeye; beklerken de birçok kitap alıp bölge hakkında her zamanki gibi araştırma yapmaya başlamıştım bile.  Hatta küçük bir Ortadoğu haritasında izleyeceğimiz yolu kendime pusula bile yapmıştım. 
      Bu arada okuldan bir arkadaşım, Ferda da bana gezi de eşlik edecek. Daha güvenli olsun diye bir de kendimize güney illerindeki turlardan birini ayarladık mı işlem tamamdır. Her şey hazır olunca da  gezi hakkında daha da sabırsızlanmaya , gizli gizli sıkı bir heyecan duymaya başlıyorum.
    Koca bir okul dönemini geride bırakıp, okulda son haftaya girdiğimizde televizyonlarda da Lübnan ve Tunus ile ilgili kargaşa haberleri iyice belirmeye başladı. Her akşam yemek hazırlama işlemiyle uğraşırken ya annemin ya da babamın "Haberleri dinledin mi?" diyen merak dolu telefon konuşmalarıyla muhattap olmaya başladım tabi ki. Bir yandan içim de sıkılmıyor değil hani. "Nereye gidiyorum ?" , "Bir şey olur mu acaba ?" gibi vesveselerle ben de şaşkınım.
     Sonunda karneleri verip son hazırlıklar için eve geldiğim cuma günü benim için çok önemliydi. Hemen valiz listemi her zamanki gibi son kontrolden geçirip, hazırlıklarımı tamamlıyorum ve içimdeki o şımarık sese   kulak kabartıyorum. Avazı çıktığı kadar keyifli bir şekilde "ORTADOĞU BEKLE BENİ" diye bağırıyor...

  1.GÜN:İSTANBUL-29/1/2011:  Gezi planımız tıkır tıkır işlemeye başlıyor. Uçağımız saat 17:30 da kalkacağı için hava alanında Ferda ile bir kafede oturup birer çay içiyoruz. Bende hafiften uçuş ile ilgili sıkıntılar başlıyor sanki. Geçen sene düşen Air-France'dan sonra uçağa biraz tedirgin biniyorum. 
  Fakat uçağa bindikten sonra yanıma denk gelen kadın sayesinde bayağı rahatlıyorum. İsviçre'de yaşayan ama ömrünü Amerika'da geçirmiş bir Gaziantepli kadının hayat tecrübelerini dinleyerek  zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
      Gaziantep'e saat 19:00 gibi indikten sonra bavullarımızı alıp; bizi götürecek olan tur ile bağlantıya geçiyoruz. Ve havaş ile Gaziantep merkeze doğru yola koyuluyoruz. Yağışlı hava İstanbul'dan beri peşimizi bırakmıyor. Gaziantep'te bile hava pek iç açıcı değil. Ocağın sonunda olmamıza rağmen Gaziantep'te yağmur esintilerine rağmen havanın aşırı  soğuk olmaması hoşumuza gidiyor. 
  Havaş otobüsü bizi tur otobüsümüze kadar götürüyor. İnip otobüsümüze yerleşiyoruz. Şansımıza 8 gün boyunca rotasyon şeklinde oturulacak otobüste ilk gün en önde biz varız. Bu arada Ferda ile tedirginiz. Gittiğimiz yerlerin özelliğinden dolayı turun inanç turizmi havasında olmasını istemiyoruz. Otobüse binenleri inceliyoruz. Yaş ortalaması genç  gibi gözüküyor. Sonunda merkezden binecek bütün yolcular geliyorlar ve  biz de hava alanından gelecekler için yola koyuluyoruz. Hava alanından gelenleri de aldıktan sonra artık Kilis'e doğru yönelip Öncüpınar Gümrük Kapısı'na geliyoruz.

2.GÜN.SURİYE-30/1/2011: Çok değil yarım saat sonra sınır kapısındaydık. Bizim kapıdan fazla oyalanmadan geçiyoruz. Sınır kapısında memurlarımız gayet düzgün üniformaları; temiz ve düzgün binaları, ve bilgisayarlarıyla çalışıyorlar. Bizim sınırı geçip de Suriye sınırına yaklaşınca yerlerde çöp birikintileri ve koca koca Beşar Esad fotoğraflarını görmeye başlıyorsunuz. Bu bütün hafta geçtiğimiz tüm Ortadoğu ülkeleri boyunca hep aynı şekilde oluyor. O sebeple alışmamız gerekiyor.
ÖLENE KADAR NARSİZM
  Arap dünyası, liderlerinin fotoğraflarını, resimlerini sergilemeyi pek seviyorlar. Fotoğraflara gösterdikleri bu özeni bir de gümrük binalarına, yollarına, sokaklarına, yaşamlarına geçirebilseler ne güzel olacak.
   Gümrük binaları çok kötüydü. Görevlilerde bu kötü durumdan nasibini alıyor tabi ki. Bizim tarafımızla Suriye arasında bir elli yıl fark var sanırım. Bizim gümrük binalarında ki teknik donanım ve düzen tertibatın aksine Suriyeli görevliler hala koca ciltli defterlere gelen gideni yazmakla uğraşıyorlar.
    Bir ara otobüsten inip fotoğraf çekmek istiyorum ama şoförümüz "Aman ne yapıyorsunuz "diye uyarıyor beni. Meğer bundan iki hafta önce başka birinin fotoğraf makinesini    bu sebepten dolayı kırmışlar. Korkmadım desem yalan olur. Ama öylesine fotoğraf çekmek istiyordum ki bu kapıda olmasa bile diğer kapılarda fotoğraf çekmeyi kafaya koyuyorum. Nasıl olsa 10 defa daha farklı kapılardan geçeceğiz. Bu gezi boyunca bir Suriye, bir Lübnan, bir Ürdün derken tam 1o kez pasaportumuza giriş çıkış damgası vurulacak.
   Sonunda çok da umursanmadan yapılan bir kontrol ile sınırı geçiyoruz. Geçtikten sonra gerçekten temizliğin ne kadar önemsiz olduğunu yollarda tekrar görmeye başlıyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla yollar da fazla özenli değil,   binalar da. İçinde olduğumuz bölüm Halep sınırlarındaydı. Artık her yerde Arapça yazılar görüyoruz. 
     Gittiğin yerin dilini ve yazısını bilememek gerçekten çok kötü bir şey. Boş boş bakınıp hiçbir yazıyı anlamamak beni çok bunaltıyor. Uzun bir süre etrafı izledikten sonra sonunda ben de uzun günün yorgunluğuna dayanamıyorum. Uyuya kalmışım. Gözümü açtığımda biri bana "Tatlıdan alır mısınız " diye sesleniyor. Karşımda gördüğüm Arabik genç bir hafta boyunca sözde rehberliğimizi yapacak Yusuf'tu. Tatlısından alıyorum. Güzel bir Halep tatlısını tadıyorum.
     Tekrar uykunun kollarına kendimi bıraktığımda uyanmam 1-2 saat sonraya bir takım değişik gürültülerle oluyor. En önde oturduğumuz için hemen seslerden etkilenip uyanıyoruz. Fakat anlayamadığımız bir telaş var. Şoför otobüse bir inip bir biniyor. Marşa basıp bir şeyleri kontrol ediyor. İyice uykum açıldığında ben ve otobüsteki diğer yolcular da yavaş yavaş uyanmaya, hafiften de olsa telaş göstermeye başlıyoruz.
    Saat sanırım o sıralarda gece yarısı 3 gibi bir şeydi. Ve bu koşuşturmaca sabah 6 sularına kadar devam ediyor. Anladığımız kadarıyla otobüsün kayışı kopmuş. Kendi kendimize iki arkadaş durum kritiği yapıyor ve böyle bir şeyin nasıl olduğuna anlam veremiyoruz. Önünde kocaman 3 ülkeyi gezecek, neredeyse 3000 km yapacak bir otobüse nasıl genel bir bakımının yapılamayacağını da anlayamıyoruz. 
     Saat 6 gibi otobüs çalıştığında içimiz rahatlıyor. Şoförler ve rehberlerimiz bir yerde kısa bir mola verip dinlendikten sonra yola devam ediyoruz. Ama programa göre bu saatlerde Lübnan sınırlarında olmamız gerekiyordu. Neyse geç gidelim de sağ salim gidelim diyoruz kendi kendimize.  
   Gecikmeli de olsa bir süre sonra Lübnan sınırına geliyoruz. Tabi önce Suriye'den çıkmamız gerekiyor. Suriye kapılarındaki tipler iyice televizyonda gördüğümüz araplara benzemeye başlıyorlar. Ve anladığımız kadarıyla bizimkilerden rüşvet de istiyorlar. Suriye 'den çıkıp Lübnana'a giriyoruz. Ama daha girmeden Ortadoğu filmlerinde bolca gördüğümüz eski mercedesleri her yerde görmeye başlıyoruz. 
LÜBNAN SOKAKLARINDA ESKİ MERCEDESLER
    Etrafın virane görüntüsü gerçekten insanı korkutuyor. Lübnan kapısını da geçtikten sonra gezimizin daha ilk günü olmasına rağmen pasaportumuza geceden beri 2 giriş 2 çıkış olmak üzere 4 mühür basılıyor. Lübnan'a girdikten sonra ilk durak yerimiz Refik Hariri' nin de memleketi olan Tripoli oluyor.
     Biraz Refik Hariri'den bahsedersek iyi olacak sanırım. Lübnan'da gerek dini, gerek  siyasi sebeplerden dolayı  uzun yıllar iç savaş olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte 1975-1990 yılları arasında  15 yıl süren bu iç savaş sonrası   devlet başkanlığına Refik Hariri getiriliyor.
REFİK HARİRİ
      Hariri aslında mütevazı bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Ama azim ve hırs yıllar sonra onu dünyanın sayılı zenginleri arasına taşıyor. Önceleri Arabistan'a gidip çalışmaya başlıyor ve orada Kral Fahd'ın kız kardeşiyle evleniyor. Kendine bir inşaat şirketi kuruyor ve büyük petrol şirketleri ile iş anlaşmaları imzalıyor. Kısa sürede de büyük bir servete sahip oluyor. 
      Daha sonraları gerek Arabistan'da gerekse Suriye'de gazete ve dergiler satın alıyor. Böylece tabandan kendine bir reklam yapıyor. Hatta rakipleri tarafından "Medya Kralı" diye de anılıyor. 
   1988 de devletin işleyişini bir şekle, düzene sokan Taif Antlaşmasının finansörlüğünü yapıyor ve 1992'de de başkanlığa getiriliyor. Sünni lider Hariri'nin 1992-2004 yılları arasında yaptığı başkanlık döneminde ülke kalkınmaya ve gelişmeye başlıyor. Hatta eskiden olduğu gibi Ortadoğu'nun ticaret merkezi olma yolunda ilerliyor.
    Devlette yaptığı değişik görevlerden sonra 2004'te istifa ediyor ve izlediği siyasi davranışlardan dolayı hakkında "ABD'NİN ADAMI" olduğuna dair yorumlar yapılıyor ve sonunda Beyrut'ta 1 ton TNT patlatılarak öldürülüyor.
    Kötü bir son ama bu karışık topraklardan da başka bir şey beklenmiyor. Şimdi Refik Hariri'nin bayrağını oğlu Saad Hariri yürütüyor.
    Bu arada biz de yol boyunca ilerledikçe anlıyoruz ki buralarda da bayağı yağmur yağmış. Yolların birçok yerinde  çökmeler vardı. Sokaklarda pek insan yok. 
     Lübnan'ın da en çok dikkatimizi çeken şeyi kural tanımaz trafiği oluyor. Her araç hiç bir kural gözetmeksizin istediğini yapıyor ama yine garip bir işleyişle hiçbir trafik kazası olmuyor. Biz en önde oturduğumuz için "Ha çarptık ha çarpacağız "diye bayağı geriliyoruz tabi ki. 
  Lübnan sınırlarında ilerleyip Tripoli' ye yaklaştıkça binalar artmaya başlıyor. Ama binalar genelde çok kötü gözüküyorlar. Ve binaların çoğunda da kurşun izleri bulunmakta. Yollar da oldukça kötü; şimdi diyorsunuz ki "Burada ne iyi ?" . Biz de bilmiyoruz, görmeyi umuyoruz.
   Yolları ortadan ayıran künk misali şeyler var. Tam bir ilkellikle karşı karşıyayız yani. Örneğin karşı şeritten gelen bir araba istediğinde bu yol ortasındaki künkü geçip bizim olduğumuz şeride geçebiliyor. Her şeye hazırlıklı olmanız lazım. Şoförümüz ne yapacağını şaşırıyor. 1-2 küçük kaza atlatması yaşadık ama Allah'tan daha büyük bir şeyler olmadı. 
  Bunları izleye izleye sabah kahvaltısını yapacağımız otele varıyoruz. Gerçekten açlıktan ölüyorduk. En son uçakta yemek yemiştik. Ve otele vardığımızda saat 11:30 gibiydi. İlk önce hemen elimizi yüzümüzü yıkayıp kendimize geliyoruz. Ve yolun sonu tabi ki kahvaltı salonuydu.
     Kahvaltı vasat sayılır. Ama kimsenin gözü bir şey görmüyor. Peynir, zeytin ve değişik çöreklerle kahvaltımızı yapıyoruz. Çöreklerinin üzerinde değişik bir ot karışımı var. İncelediğimde kekik ve susam karışımı bir şey olduğunu görüyorum. Tadı hoş. Ne de olsa bize çok da yabancı bir tat değil. Bir de bizimkilere göre biraz değişik olan pideleri var. Çift katlı yapılan pideleri piştikten hemen sonra soğutulup dinlendiriliyor ve parçalara bölünüyor. O şekilde bölünmüş parçalarla servis yapılıyor. Hatta birçok markette poşetlenmiş olarak satılıyor. Ve bu pide çeşidi tüm bölgede aynı. Yani bu pideyle Lübnan'da da Suriye'de de , Ürdün'de de karşılaştık. 
ORTADOĞU'DA HER YERDE GÖRECEĞİNİZ PİDE-EKMEK ÇEŞİDİ
    Karnımız doyunca kendimize geliyoruz. Baş ağrımızın sebebi açlıktı sanırım. Kahvaltıdan sonra tekrar otobüsümüze binip yola koyuluyoruz. Tripoli'nin bir kaç yerini gezip, Beyrut' a doğru ilerleyeceğiz.
  Elimdeki haritadan Tripoli'ye bakıyorum. Tripoli konum olarak aslında bizim Hatay'dan kıyı boyunca takip edildiğinde, Lübnan sınırlarına girildiğinde karşınıza çıkacak ilk şehir. 
  Tripoli ya da diğer adıyla Trablus, Beyrut'un 85 km kuzeyinde Lübnan'ın 2. büyük ve en doğudaki şehri oluyor. Tarihinde Fenikeliler de, Persler de Yavuz Sultan Selim de var bu şehrin. 
  En büyük özelliği ise sanırım Refik Hariri'nin memleketi olması. Biz gelmeden 2 hafta önce oğul Hariri'nin bakanlıktan ayrılması için yapılan baskılara karşı protestolarla bayağı hareketliymiş Tripoli sokakları. Zaten her yerde adım başı asker kontrolünü ve protestolardan kalan afişleri görüyoruz.
  Şehri panoromik olarak geziyoruz. Aslında yaz mevsiminde daha bir hareketli ve güzel olacağını düşündüğüm Tripoli'nin şu an gezilecek pek de bir şeyi yok gibi. Virane, bol bol kurşun izleriyle dolu binalar, motosikletler, mercedesler...
  Daracık sokaklardan döne döne, şehrin çöp dolu pazar yeri yanından, yukarılara, kaleye çıkıyoruz. Oradan şehre genel  bakışla bakacağız.
KALEYE GİRERKEN ASKERLER EŞLİĞİNDE GİRİYORSUNUZ SANKİ
     Kalede restorasyon çalışmaları var. Her tarafı dökülüyor zira. Kaledense etraftaki şehir manzarası bana daha çekici geliyor. En azından Tripoli 'de yaşam hakkında bir yargıya varıyoruz.
KALENİN RESTORASYON GÖREN İÇ BÖLÜMÜ
KALEDEN TRİPOLİ MANZARASI
KALEDEN UZAKTAKİ DENİZE BAKIŞ
YARI DÖKÜK, KURŞUN İZLERİYLE DOLU TRİPOLİ BİNALARI
   Velhasıl sizi burada tutacak hiç bir şey yok. Biz de bu karara varıp grup olarak Beyrut'a doğru devam edip günün geri kalanını orada geçirmek istiyoruz.          
     Beyrut Tripoli arası yaklaşık iki saat sürüyor. Sahili takiben Beyrut'a doğru ilerliyoruz. Yol boyu sıkça asker barikatlarını görüyoruz. Ve Beyrut'a yaklaştıkça yapıların ne kadar da değiştiğini, güzelleştiğini farkediyoruz.      
  Sonunda Beyrut'a girdiğimizde  merkezde binalar son derece bakımlı, arabalar pahalı olmaya başlıyor. Tripoli'den sonra burası bir vaha gibi geliyor bizlere.    
     Beyrut'ta ilk durağımız dünyanın bilinen ikinci en büyük kireç taşı mağarası olan Jeita Grotto Mağaraları. Hatta dünyanın 7 harikasının yeni adaylarından biriymiş.
    Beyrut merkezden 18 km uzaklıktaki bu mağaralara bir 20 dakika yukarılara çıkarak varıyoruz.
    Jeita Mağaraları bir zamanlar derin dehlizlerinde insanları ağırlarmış ama bu söylenenler binlerce yıl önceymiş. İki ayrı mağara var. Bunlardan aşağıdaki 1836  yılında, yukarıdaki ise 1958 yılında keşfedilmiş.
MAĞARA BÖLGESİNİN GİRİŞİNDEKİ HEYKEL
  Mağaralara giriş için bilet bankosuna geldiğinizde alt, üst mağara ve aralarındaki ulaşımı da sağlayan araç için 12$ veriyorsunuz. Unutmadan mağaralar sadece pazartesileri kapalı.
JEITA GROTTO
   İçeri girmeden bir tanıtım filmi izlemek isterseniz mümkün. Ve küçük kabinler şeklindeki tele kabinlere binip üst mağaraya çıkıyorsunuz.
JEITA MAĞARASINA ÇIKIŞ İÇİN TELE KABİNLER
      Sonra elinizdeki bütün çantaları koyacağınız dolapların olduğu uzun mu uzun bir koridoru geçiyorsunuz. Kesinlikle fotoğraf makinesi yasak. İçeri girdiğinizde de neden dünyanın 7. harikası olmaya aday olduğunu anlıyorsunuz. Mağara oldukça büyük ve sarkıt dikitleri de muhteşem.
JEITA MAĞARASININ İÇİNDEN BİR GÖRÜNÜM
   Bu büyük üst mağara oldukça ileri  ilerliyor ve oldukça yüksek. Girişten bayağı ilerlediğinizde aşağı bakınca bir gökdelenin üstünde gibi hissediyorsunuz.
     Bu üst mağaradan çıkıp 60 metre aşağıdaki alt mağaraya inmek için küçük bir trene biniyorsunuz. Ancak 500 metre ilerleyebiliyorsunuz. Ve kış boyunca hava şartları sebebiyle bazen alt mağaraya girişler yasak. 
SİZİ İKİ MAĞARA ARASINDA TAŞIYACAK MİNİ TREN
VE BİZ DE TRENDE YERİMİZİ ALIYORUZ
   Alt mağarada yaşayacaklarınız daha farklı, mağarayı yürüyerek değil elektrikli teknelerle gezmek zorunda kalıyorsunuz.
ALT MAĞARADAN BİR GÖRÜNÜM
       Su dolu mağaranın alçak tavanlarından dolayı kimi zaman kafanızı eğmek zorunda kalıyorsunuz. 
ALT MAĞARADAN BİR GÖRÜNÜM
   Mağaradan güzel duygularla, iyi hatıralarla çıkıyoruz. Otobüsümüze doluşup biraz daha aşağılarda olan Zok Mosbeh bölgesindeki Bal Mumu müzesine gidiyoruz. Yani Hall of Fame'ye..
MÜZENİN GİRİŞİ
       Müzenin girişi 12$ . Girişte sizi bir rehber ve düdük çalan bir polis mumyası karşılıyor. Bir kaç ünlü isim dışında genelde Arap dünyasının ünlülerini içeren bir müzeyle karşılaşıyoruz. Bazılarına yaklaşınca sensörlerle şarkı söylüyor, şiir okuyor ya da konuşuyor.
LÜBNANLI ÜNLÜ ŞAİR FİLOZOF HALİL CİBRAN
ARAFAT
DÜNYANIN EN ŞİŞMAN ADAMI
SADDAM HÜSEYİN
      Bu müzeye girmezseniz de çok bir şey kaybetmezsiniz aslında. Müzeden çıkıp bulunduğumuz konuma bakıyoruz. Zok Mosbeh bölgesinin manzarasını izliyoruz.
MÜZEDEN AŞAĞILARA BAKIŞ
   Tekrar aracımıza binip şehir merkezine gidiyoruz. Şimdiki hedefimiz Harissa Tepesine çıkmak.
     Harissa Tepesi'nde Rio de Jenerio' daki İsa heykeli gibi bir Meryem Ana heykeli bulunmaktadır. Beyrut'a gidilince mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisidir burası. Şehrin merkezinden teleferiklerle evlerin arasından arasından yükselerek çıkarsınız. Öyle ki bazı evlerin dibi dibinden geçersiniz.
HARİSSA'YA ÇIKAN TELEFERİK
   Harissa Beyrut'a sırtını yaslamış ve ona tepeden bakan bir Meryem Ana Kilisesi. Buranın en güzel yanı manzarası. İki etapla çıkılıyor. Önce teleferikle birinci bölüme çıkıyorsunuz. Ve teleferik oldukça dik bir şekilde bayağı yükseliyor. 
ŞEHİRDEN YUKARILARA DOĞRU
  Çıkarken Lübnanlıların ev yaşamına ister istemez tanık oluyorsunuz. Nihayet birinci bölüme gelindiğinde de her tarafın kafetaryalarla dolu olduğunu görecek ve manzaranın içine düşeceksiniz.
BEYRUT MANZARASI
     Birinci bölümden daha kısa bir kabin çıkışıyla Meryem Ana'nın dibine kadar ulaşabiliyorsunuz.
2.ETABA ÇIKAN KABİN
    Ve işte karşınızda Meryem Ana, kollarını açmış sizi karşılıyor. En üst bölüme döne döne, spiral misali çıkıyorsunuz.
HARISSA TEPESİNDEKİ MERYEM ANA HEYKELİ
    Burada insanlar heykele çıkıp çiçek bırakıyor ve dilek diliyorlar. Tabi dilerseniz siz de bu ritüeli gerçekleştirebilirsiniz.         
MERYEM ANA HEYKELİ
 Buradaki manzarayı izliyoruz. Gerçekten Beyrut'u en güzel görüp, izleyeceğiniz yerlerden birisi Harissa Tepesi.
  Tekrar geldiğimiz yolla aşağılara, merkeze kadar iniyoruz. Artık akşam yemeği için bir şeyler yemenin zamanıdır. Beyrut sahilini devam ederek otelimize yakın bir restorana gidiyoruz. Lübnan'ın güzel mutfağı'nın tadına bakmayı geciktirmiyoruz. Mezeler muhteşem, yemekler muhteşem daha ne isteriz bilmem ki.
  Akşamı akdenizin kıyısında, dalga sesleri eşliğinde, yemek masasında güzel bir sohbetle, yeni tanıştığımız yol dostlarımızla geçiriyoruz. Ve bu uzun günün sonunu otelde dinlenerek geçiriyoruz.

3.GÜN:BEYRUT-31/1/2011: Sabah dinlenmiş bir vaziyette uyanıyoruz. Hayatımızda bir başka sabaha DOĞUNUN PARİS'İ BEYRUT'TA merhaba demenin içimizdeki heyecanıyla yataktan kalkıyoruz. Perdeleri açıp dışarı bakıyorum. Tam karşımda yıkık, kurşun izleriyle dolu bir bina var. Bir de köşesinde bekleyen askerler. Sonradan rehberimize sorduğumuzda eski radyo-televizyon binası olduğunu öğreniyoruz. Bir saldırıdan sonra bu hale gelmiş.
BEYRUT ESKİ RADYO, TELEVİZYON BİNASI
  Biraz tuhaf hissediyorum kendimi, "Nasıl bir yer burası" demeden geçemiyorum. Her an bir saldırı, bir tehdit beklentisiyle insan nasıl yaşar anlayamıyorum.
     Bu arada otelimizin restoranı tadilatta olduğundan kahvaltımız odamıza geliyor. Bakalım neler geliyor.
BUYURUN SABAH KAHVALTISINA
      Kahvaltıda gelen yoğurda bayıldık. Yoğurt demezsiniz zaten, o kadar katı ve leziz ki tatmadan anlayamazsınız. Burada zeytinler biraz acı, bizimkilere pek benzemiyor. Domates ve salatalık da bizimkilere göre daha lezzetli. Ee bize afiyet olsun o zaman.
  Bugün saat 09:00 da herkes toplanacak ve Beyrut şehir gezimize dün kaldığımız yerden devam edeceğiz.
  Bu esnada biraz Beyrut ve Lübnan'dan bahsetmek istiyorum. Bunca karışıklığın kısaca özünden bahsetmeden geçmek istemiyorum.
    Lübnan 1943'de bağımsızlığını ilan ediyor ve hızlı bir büyüme reaksiyonu gösteriyor. Uzun yıllar Ortadoğu'nun her açıdan merkezi olarak görülüyor. Ta ki 1970 lerdeki iç savaşa kadar.
    Peki neden savaş çıkıyor durduk yerde ? Lübnan bünyesinde bir çok farklı dini barındıran bir ülke. Bunlar arasında Hristiyan, Müslüman, Dürzi, Ermeni, Maruni gibi farklı 17 etnik grup ve mezhep  bulabilirsiniz. Bu din mozaiği sonunda bir takım iç karışıklıklar çıkıyor. Tabi bu arada devam eden Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra Filistin Kurtuluş Örgütü'nün karargahını bu topraklara taşımasıyla Lübnan Devleti'nin otoritesi ve düzeni zayıflıyor. Ve Beyrut cazibesini yitiriyor. Sonunda da iç savaş başlıyor. İç savaş sebebiyle Beyrut çok acılar çekmiş. Maddi hasar ve can kaybı oldukça fazlaymış. Ta ki 1991'e iç savaş bitene kadar. İç savaş bitmiş ama Beyrut'ta bir harabeye dönmüş. 1992'den sonra biraz toparlanmaya başlamış fakat 2006 da da yine yaşanan  İsrail-Lübnan Krizi'nde İsrail'in açtığı hava saldırı sonucunda Beyrut'un güneyi biraz zarar görmüş.
  Bu arada bu iç savaş sırasında bir çok Lübnan'lı Hristiyan yurt dışına kaçmışlar. Bunların büyük bir çoğunluğu Güney Amerika'da Brezilya'ya yerleşmişler.
   Velhasıl bu güzel şehir çok acılar çekmiş, çok can kaybetmiş. Bugün bile sokaklarını gezdiğinizde her yerde bombalanmış, kurşunlanmış binaları görmeniz mümkün. Lübnanlılar özellikle bu tip binaları yıkmıyorlarmış ki gelecek nesillere örnek olsun diye.
   Evet bizim gezimiz  başlıyor. Yürüyerek sahile iniyoruz. Bu kordon boyunun adı La Coniche; bilginiz olsun.Tam karşımızda, sahilde Güvercin Kayalıkları bulunuyor. 
GÜVERCİN KAYALIKLARI-ROUCHE-BEYRUT
   Burası Beyrut'un simgesi gibi bir şey. Bütün tanıtım fotoğraflarında görmeniz mümkün. Aslında fazla da bir özelliği olmayan kayalar topluluğu. Belki önünüze bu kayalıkları alıp, sahildeki kafelerden birine oturup vakit geçirebilirseniz güzel olur.
 Bence tam üzerinde olduğumuz sahil yolu daha güzel. Burada yürüyüş yapanları, bisiklete binenleri, koşanları görmeniz mümkün.
 Otobüsümüze binip sahil yolundan merkeze doğru devam ediyoruz. Yine sahilde aslı Osmanlı'dan kalan 2006 İsrail saldırısında yıkılıp tekrar aslına uygun onarılan feneri görüyoruz.
OSMANLI'DAN KALMA FENER
  Yola devam edip sahil yolundan merkeze yani Lübnanlıların Downtown dediği yere gidiyoruz. Downtown Beyrut'un kalbi gibi bir şey. Cafeler, alışveriş merkezleri her şey orada. Fakat Beyrutlular Downtown'u pek sevmezlermiş. Sorup öğrendiğimizde şöyle bir cevap alıyoruz.
   İç savaştan sonra bu bölgenin yenilenmesi için çalışmalar başlamış ama birgün bir adam gelip  insanların evlerini yok pahasına satın almış ve o insanları da şehir dışına sürmüş. Buradaki bütün evleri yıkıp gıcır gıcır binalar dikmiş. Bu binaların bir çoğu boş boş duruyormuş. Çünkü çok pahalılarmış. Yaşayanlar ise Beyrut'un yerli halkı değilmiş. Dubai'den gelen şeyhler ve zenginler. Yani şöyle bir durum var işin özünde, şehrin göbeği tek bir kişiye ait ve bazen yerli halk burada bulunduklarında burası özel mülk diye kovuluyorlarmış.
     Dünyada olmayacak bir şey yok sanırım. İnsanın kulakları duyduğu her şeye alışıyor. Neyse biz Martyrs yani Şehitler Meydanı'nda iniyoruz. Böyle anılmasının sebebini şöyle anlatıyorlar.
  1. Dünya Savaşı'nda Cemal Paşa zamanında Osmanlı'ya isyan eden 11 Lübnanlı aydın bu meydanda idam edilmiş. Bu sebeple de günümüzde de hala şehitler meydanı diye anılıyor. Bu arada bu meydan günümüzde de hala protestoların, gösterilerin merkeziymiş.
     Meydanda tam karşımızda şehrin göbeğini kaplayan, tüm heybetiyle duran, mavi kubbeli El-Emin Cami'si duruyor. 
EL-EMİN CAMİ-BEYRUT
   Bu caminin yapımına Refik Hariri'nin katkısı çok olmuş ama bittiğini görememiş. Caminin bitiminin takibini oğul Hariri üstlenmiş. Ve Hariri'nin anıt mezarı da tam caminin yanına konulmuş.
EL-EMİN CAMİ
CAMİNİN GİRİŞİNDEKİ KİTABE
CAMİNİN İÇİNDEN GÖRÜNÜM
CAMİNİN TAVANI
    Bu caminin duvarları doğal taştan ve içinde asansörü bile var. Bir yandan gözünüz bu camiye takılırken diğer yandan etraftaki kiliselere de kayabilir. Öyle güzel bir mozaik görüyorsunuz ki bu meydanda.
      Caminin hemen yanında Hariri'nin kalıcı bir yer yapılana kadar brandadan yapılmış bir çadır içindeki beyaz karanfillerle süslü anıt mezarını görmeniz mümkün.
HARİRİ'NİN ANIT MEZARI
      Ayrıca Hariri'nin hayatından kesitleri de göteren fotoğrafları görmeniz mümkün. İçeride patlama olduğunda ölen diğer 26 kişinin mezarlarını da görmeniz mümkün.
     Caminin hemen önündeki yolu takip ederseniz sizi Downtown'a doğru götürür.
DOWNTOWN YOLU ÜZERİ
       Hemen sağınızda bir kilise ve az ilerisinde de Romalılardan kalma bir ören yeri göreceksiniz.
ROMALILARDAN KALMA SÜTUNLAR
      Öğrendiğimiz kadarıyla Beyrut'ta tarihteki birçok şehir gibi kat kat bir yapıya sahip. Arada sırada kalanlar ve bulunanlar da böyle sergileniyor işte.
      Biraz daha yürüdüğünüzde karşınıza sabahtan beri bahsettiğimiz Downtown ve şirin cafeleri geliyor. 
DOWNTOWN MEYDANINA DOĞRU
  Bu sokağa saptığınızda yolun sonunda Osmanlıdan kalma bir saat kulesi göreceksiniz. Osmanlı burada 400 küsur yıl hüküm sürdüğü için Lübnan'da Osmanlı'ya ait bir çok eser görebilirsiniz. Saat kulesinin olduğu meydana Nejmeh  Meydanı diyorlar. Nejmeh yıldız demekmiş. 
DOWNTOWN'DA OSMANLI'DAN KALMA SAAT KULESİ
   Saat kulesi bu meydanın tam göbeğinde bulunuyor. Ve daha önce de bahsettiğimiz gibi güzel, bakımlı binalarla çevriliyor. Bir tarafta arkasında El-Emin Cami bulunan bir kilise görmeniz göreceksiniz. Ve bolca da asker tabi ki.
DOWNTOWN MEYDANINDA BİR KİLİSE
ASKERLERLE HER YERDE KARŞILAŞACAKSINIZ
    Bu meydanda herkes dağılıyor bir saat sonra anlaşmak üzere ayrılıyoruz. Biz Ferdayla tekrar Şehitler Meydanına gidiyoruz. Meydanın sol üst köşesine denk gelen yerde yine bir kilise görüyoruz.
ŞEHİTLER MEYDANINDAKİ KİLİSELERDEN BİRİ
     Kiliseyi geçip sağınıza doğru yolun karşısına geçerseniz ilginç bir iki bina göreceksiniz. Yıkık dökük, her tarafı kurşun izleriyle dolu bu iki bina çok korkunç görünüyorlar aslında. Sonradan rehberimizden öğrendiğimiz kadarıyla burası bir sinemaymış ve içinde insanlar varken bombalanmış. Kalanı da böyle ibret için muhafaza ediyorlarmış.
BOMBALANMIŞ SİNEMA BİNASI
SİNEMA BİNASINDAKİ KURŞUN İZLERİ
      Sinema binasının karşısında bir başka virane bina daha göreceksiniz.
BEYRUT'TAKİ KURŞUNLANMIŞ BİNALARDAN BİRİ
     Bu iki binaya ağzımız açık bakaraktan ilerliyoruz. Hayat boyu böyle şeyleri ancak filmlerde gören bizim gibiler için oldukça değişik bir durum bu gördüklerimiz. Hayatımıza, yaşam şartlarımıza şükretmeliyiz diye düşünüyorum. Zira insanlar hangi şartlarda yaşıyor ya da yaşamlarını kaybediyorlar.
   Bu binaları geçip meydanın biraz daha sahil tarafına doğru ilerlerseniz, meydanın ortasında bir anıtla karşılaşacaksınız. Bu da ayrı bir özel. Anıttaki heykellerin her tarafı Lübnan iç savaşından kalma kurşun izleriyle dolu. Bir an onların gerçekten canlı olup vurulduğunu düşünüyorum. Kendimi çok garip hissediyorum. Burası nasıl bir yer böyle ?
ŞEHİTLER MEYDANI'NDAKİ ANIT VE KURŞUN İZLERİ
 Bir cafede Ferda ile oturup, gördüklerimizi konuşuyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Bir yandan da şehitler meydanına bakıyoruz. Grupla buluşma saati gelince de kalkıyoruz.
   Şimdi Beyrut'un alışveriş yerlerinden biri olan Hamra caddesine gidiyoruz. Dünyaca ünlü markaların  mağazalarını, restoran ve cafelerini burada görebilirsiniz.
HAMRA CADDESİ VE DÜKKANLARI
     Bizim gibi İstanbul'dan gelenler için çok bir esprisi yok ama yine de dolaşıp, piyasaya bakıyoruz.
    Ferda ile Lübnan'ın o değişik  tadı olan zeytininden arıyoruz. Ancak arka sokaklardan birinde buluyoruz. Daha sonra da yol boyu gezinti yapıyoruz.
HAMRA CADDESİ
     İç savaş öncesi Hamra Caddesi Beyrut'un can damarıymış. Daha sonraları Rue Monot ve Gemmayzeh Hamra Caddesinin pabucunu dama atmışlar.
   Hamra Caddesini geride bırakıp araçlarımıza doluşuyoruz. Doğru otele yöneliyoruz. Ama yol üstünde Hariri'ye 2005 te suikast düzenlenen yerde duruyoruz. Buraya Refik Hariri 'yi anmak için heykelini dikmişler.
HARİRİ'NİN ANIT HEYKELİ
     Ve patlama esnasında civarda zarar gören binalardan bazılarını olduğu halleriyle muhafaza etmişler.
PATLAMADAN ZARAR GÖREN BİNALARDAN BİRİ
  Fazla oyalanmadan tekrar otobüsümüze binip otele varıyoruz. Akşam yemeği için buluşmak üzere herkes odalarına gidiyor.
 Akşam yemeğimizi sahildeki, Osmanlıdan kalan fenerin hemen dibindeki balık lokantasında yiyoruz. Sonra da bir grup arkadaşla Downtown'a kadar sohbet ederek, Beyrut'un güzel sahilinin tadını çıkartarak ilerliyoruz. Daha ulaşmadan Downtown'ın ışıkları uzaklardan bize göz kırpıyor. 
UZAKLARDAN DOWNTOWN'A DOĞRU
     Burada tarihi saat kulesinin bol ışıklı halini görüyoruz. Gündüzki haline göre oldukça albenili duruyor.
NEJMEH MEYDANI-DOWNTOWN-SAAT KULESİ
    Ve bu güzel görüntüye bir de grup olarak biz eşlik edersek sihri bozulur mu bilmiyorum ?
BEYRUT HATIRASI
   Kocaman bir haftayı birlikte güle eğlene  Ortadoğu'da çok güzel vakitler geçirdiğimiz dünya insanları; Gülşah'a, Banu'ya, Ferda'ya, Zafer'e, Bayramlara ve fotoğrafımızı çeken Selman'a çok teşekkür ediyorum. Gerçekten çok eğlendiğim gezilerden biri oldu.
  Bu akşamı bu dost insanlarla Beyrut'un hareketli bölgesi Downtown'da dünyaya, yaşamaya ve gezmeye kadeh kaldırarak noktaladık. 

            Ne mutlu bize.. Yarına görüşmek üzere...

4.GÜN:BEYRUT-1/2/2011: Sabah erkenden kalkıyoruz. Bugün güzel Beyrut'tan ayrılma vaktimiz geliyor. Sedir ağaçları, yemekleri ve gece hayatı ile  ünlü Lübnan'dan ayrılıp yukarılara, Lübnan'ın dağlık bölümüne çıkıyoruz. Çıkarken son bir kez uzaklardan Beyrut'a bakmayı ihmal etmiyoruz.
UZAKLARDAN BEYRUT
  Bugün yolumuz uzun. Önce Lübnan'ın dağlarını aşıp Bekaa Vadisi'ndeki Zahle'den yukarılara doğru çıkıp, kuzeye ünlü Baalbek'e gideceğiz.
    Ama önce Bekaa Vadisi'nden biraz bahsetsek iyi olur. Çocukluğumdan beri haberlerde duyarım bu kargaşa dolu vadinin ismini; buraya gelip de uzaklardan da olsa görüp, hikayelerini dinlemek hoş olmadı değil hani.
   Bekaa Vadisi'ne gitmek için geçilen dağlarda Dürziler yaşamaktaymış. Bu vadi Suriye ile Lübnan'ın sahil kesimi arasındaki bölgeyi ayıran çok verimli topraklara sahipmiş zaten BEREKET SEMBOLÜ diye anılıyor bu topraklar. Ayrıca Asi nehrinin de doğduğu yer burası. Uzaklardan bile bölgede şimdi yoğun bir tarım yapıldığı belli oluyor. Burası eskiden PKK terör örgütünün eğitim yeriymiş. Ama şimdilerde Hizbullah'ın kalesi gibi bir yermiş.
   Bekaa Vadisi'nin merkezinde bulunan Zahle'den geçerken sağlı, sollu meyve satıcılarını mutlaka göreceksiniz. Organik olan bu meyvelerden mutlaka tatmanızı önereceğim. Lezzetlerine diyecek yok. Bir yerde durup, bütün otobüs bir şeyler alıyoruz. Özellikle silindir şeklindeki mandalinamsı bir meyve benim çok hoşuma gidiyor.
   1-2 saat içinde Baalbek'e varıyoruz. Baalbek Beyrut'tan 85 km uzaklıkta ve Hicaz-Şam demiryolu üzerinde bulunuyor.
    Burası Fenikeliler tarafından kurulmuş bir antik kent. O zamanlarda Baal'a Tapanların Yeri olarak yani Baalbek olarak adlandırılmış. Roma döneminde de Heliapolis yani Güneş Kenti olan Baalbek Venüs, Jüpiter ve Bacchus Tapınağı başta olmak üzere üç tane tapınağa ve birçok tarihi kalıntıya ev sahipliği yapıyor. 
BAALBEK GİRİŞ TABELASI
 Tarih boyu el değiştirmiş bu Roma kalıntısı Unesco'nun Dünya Mirası Listesi'nde yer alıyor haberiniz olsun. Dünya üzerindeki en geniş akropole sahip ve Baal tanrısına tapanların yeri bu güzel şehir.
  Tarih boyu yıkımlara uğramış, en kötü yıkımı da Haçlılar yapmış. En sonunda Osmanlı gelmiş. Zamanla yarısı toprağa gömülmüş. 1899 Yılında da Abdulhamit tarafından ilk kez Almanlara kazı yapma izni verilmiş. Hatta bunun mührünü kalıntılarda görmeniz mümkün.
ABDÜLHAMİT'İN BAALBEK'İ ALMANLARA VERDİĞİNİN MÜHRÜ
    Daha sonra birinci dünya savaşından sonra Fransızların eline geçince kazıyı Fransızlar sürdürmüş. Antik şehrin kalıntıları ise Lübnanlılar tarafından ortaya çıkarılmış. Unutmadan burası Selahattin Eyyübi'nin de doğduğu yer olarak anılıyor.
     Bu kadar bilgi sonunda biraz fotoğraflarla Baalbek'i sizlere tanıtsak iyi olur. Büyük bir giriş kapısından içeri giriyorsunuz. 
BAALBEK'İN GİRİŞİ
    Bu kapı M.S. 3. Yüzyılda yapılmış. Burayı geçtikten sonra önce küçük bir avluya sonra da daha büyük bir avluya geçiyorsunuz.
BÜYÜK AVLUDAN GÖRÜNÜM
BÜYÜK AVLUDAN BAŞKA BİR GÖRÜNÜM
     Siz bu avlularda dolanırken ileriden iki büyük tapınakta size göz kırpıyor. Jüpiter ve Bacchus tapınakları bunlar. Avludan merdivenlerle üst bölüme çıktığınızda artık Jüpiter Tapınağının önünde olacaksınız.
JÜPİTER TAPINAĞI
   Jüpiter Tapınağı'nın zamanında 84 sütunu varmış ama bugün bu gördüğünüz altısı ayakta kalmış. Yalnız ben bu sütunlara ve verilen emeğe hayran kaldım. Kalmayacak gibi değil. Devasa sütunları hangi insanoğlu nasıl yapar da buraya diker bilemiyorum. Ben yanında minicik kalıyorum.
JÜPİTER TAPINAĞI SÜTUNLARI VE BENDENİZ
    Öğrendiğime göre bu sütunlardan biri Süleymaniye'deymiş. En kısa zamanda gidip görmeyi düşünüyorum. Bu arada sütunlar hakkında döndükten sonra kısa bir araştırma yaptım. Bilim adamları hala o zaman insanlarının bu kadar büyük sütunları nasıl bir yöntemle yaptığını ve üst üste koyduğunu  açıklayamıyormuş.
   Bu arada bu sütunların arasından şöyle bir karşıya bakarsanız. Gözleriniz kartpostal gibi bir görüntüyle karşılaşacaktır.
BAALBEK-BACCHUS TAPINAĞI
    Bacchus Tapınağı Jüpiter Tapınağı'na göre daha iyi korunmuş. 18 Metre yüksekliğindeki 46 sütunu hala ayakta duruyor.
BACCHUS TAPINAĞI VE BEN
BAALBEK'TEN BAZI GÖRÜNTÜLER
BAALBEK'TEN BAZI GÖRÜNTÜLER
      Çıkışa doğru bir de müze göreceksiniz. Eğer temmuzda Baalbek'teyseniz 1956'dan beri gerçekleştirilen sanat festivaline katılabilirsiniz.
BAALBEK MÜZESİ GİRİŞİ
MÜZEDEN BİR GÖRÜNÜM
     Baabek'ten çıkarken bu mimari harikası yere tekrar tekrar bakıyorum. Jüpiter Tapınağı da Bacchus Tapınağı'da insanı gerçekten etkiliyor.
JÜPİTER TAPINAĞI'NA SON BİR BAKIŞ
 Çıkarken rehberimiz İsrail saldırıları yapıldığında halkın bu kalıntılara saklandığını söylüyor. Tarihi gerçeklere ve savaşlara üzülerek Baalbek'ten ayrılıyoruz.
   Baalbek'ten düşünceli ayrılıyoruz. Bir zamanlar bize yani Osmanlı'ya ait olan bu toprakları şimdi bir yabancı olarak gezmek bana garip geliyor. Kim bilir belki şu an bizim dediğimiz topraklarda bir kaç jenerasyon sonrakiler için yabancı toprağı olacaktır.
   Otobüste ilerlerken Beyrut ve Lübnan'dan bana kalanları düşünüyorum. Bu ülke gerçekten geçmişini unutmayan, hafızası olan bir ülke. Yemekleriyle, tarihiyle, ünlü sedir ağaçlarıyla, askerleriyle hep aklımda olacak.
    Baalbek'ten Şam'a doğru ilerlemeye başlıyoruz. 75 km yolumuz var. Yine bir sınır geçeceğiz anlayacağınız. Bu bölgede sınırlar insanı biraz ürkütüyor. Karışık, çer çöp dolu, askerlerin dolu olduğu yerler.
LÜBNAN-ŞAM SINIRI
      Bizim pasaport işlemleri devam ederken otobüsümüze bir küçük kız bindi. Gözleri öyle öyle hüzünlü bakıyordu ki anlatamam. Bize sakız satmak istiyordu. Sırf o gözler için hepimiz birer tane sakız aldık .
SAKIZ ALMAK İSTER MİSİNİZ?
   Sonunda sınırdan geçip Şam'a giriyoruz. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, yer yüzünün en eski yerleşim merkezlerinden biri olan bu şehri gerçekten çok merak ediyorum. Arap şairleri Şam'ı " Yeryüzünün güzellik timsali , cennetin tavus gerdanlığı.." diye tanımlıyorlarmış.
   Şam'ın içlerine doğru ne kadar hareketli olduğunu görebiliyorsunuz.  İlk önce İbn-i Arabi'nin mezarını görmeye gidiyoruz. Şam'ın arka sokaklarında Kasiyun Dağı eteklerindeki göçmen mahallesinde yer alıyor. Arka sokaklardan, fakir evlerin önlerinden geçiyoruz.
ŞAM'IN ARKA SOKAKLARI
       Bir mahalle pazarının ortasında kalıkalıveriyoruz. Yok yok, aynı zamanda bizim pazarlardan da bir farkı yok.
GÖÇMEN MAHALLESİNDE SATICILAR
GÖÇMEN MAHALLESİNDE KADINLAR
PAZARDA ÇORBACI
ŞAM'IN ARA ARA SOKAKLARI
   Pazarı geçer geçmez kuytuda köşede kalmış camiyi görüyorsunuz. İbn-i Arabi sevgili ablamın da tezinde bolca yararlandığı bir alim olduğundan ismini son zamanlarda çok duyuyorum. Peki kimdir bu alim ?
    İbn-i Arabi  İspanya'da doğuyor. İlk eğitimlerini burada aldıktan ve bir süre Endülüs'te kaldıktan sonra bir seyahate çıkıyor. Güzergahı üzerinde bulunan Şam , Bağdat ve Mekke'de çeşitli alimlerle görüşüyor. Her görüştüğü alimden bir şeyler alan ve seyahatlerine devam eden İbn-i Arabi hem kendini geliştirmeye hem de bir takım eserler vermeye devam ediyor.  Vahdet-i Vücut öğretisinin baş sözcüsü olan İbni Arabi ebedi seyahatine  ise Şam'da başlıyor.
  Şam'a gömülen İbn-i Arabi'nin mezarı bir süre sonra kayboluyor. Fakat kitaplarından birinde şöyle bir cümle yazıyor." Sin Şın'a girince mezarım bulunur " diyor. Bu sözü  Yavuz Sultan Selim'in  aklına ara sıra  takılıyor.  Mısır seferi dönüşü Şam'dan geçerken aklına geliyor. Zamanın alimleri ile görüşürken söz dönüp dolaşıp İbn-i Arabi'ye gelince mezarının hala tam yerinin belli olmadığından, çöplüklerin içinde olduğundan bahsediliyor. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim mezarı araştırıp, buldurtuyor. Mezarının olduğu yere de cami ve türbe inşa ettiriyor.
KASİYUN DAĞI ETEKLERİNDEKİ MÜTEVAZI CAMİ
  Ayrıca İbn-i Arabi'nin vefatından önce ayağını yere vurarak " Sizin taptıklarınız benim ayağımın altındadır " dediği yeri de bulduruyor ve oradan bir küp altın çıkartıyorlar. Çıkan altınlar Şam'ın fakirlerine dağıtıyorlar. Böylelikle Sin'den kastın Yavuz Selim; Şın'dan kastın da Şam olduğu anlaşılıyor.
      Camiye girdiğinizde türbeye ulaşmak için 10 basamak aşağı iniyorsunuz. Ve kadın girişi ile erkek girişi farklı yerlerden yapılıyor. Kadınlar üzerlerine boydan boya siyah bir kıyafet giyerek her taraflarını kapatıyorlar. Sorup öğrendiğimizde bunun "CİLBAB" olduğunu öğreniyoruz. Ama caminin girişinde kapalı bir yerde giydiğiniz bu kıyafetleri binlerce kadın giyip çıkarttığı için çok kötü kokuyor ve felaket  kirliler. Bu sebeple ben gitmeden anneme bütün vücudumu kaplayacak siyah bir cilbab tarzı bir şey diktirip, gitmiştim. Sonunda içeri giriyoruz. Ve türbeyi görüp, dua etmeyi ihmal etmiyoruz. Türbenin sandukası gümüş işlemeli yeşil satenle örtülmüş.
İBN-İ ARABİNİN MEZARI
         İbn-Arabi fikirleri ve düşünceleri ile ölümünden sonra da  çok tartışılıyor. Hatta Yavuz Sultan Selim onu müdafaa adına bir kitap bile yazıyor.
TÜRBENİN İÇİNDEN BAŞKA BİR GÖRÜNÜM
   Türbeden çıkıp, pazarın içinden geçerek bir kere daha etrafın havasını soluyarak ilerliyoruz. Hedefimiz şehrin içlerine doğru hareket etmek. 
    Şehrin içlerine ilerliyoruz. Biz Türkler için çok önemli bir mekana gidiyoruz. Süleymaniye Külliyesi'ne bir göz atmaya ne derdiniz?
      Külliye Kanuni Sultan Süleyman'ın isteği üzerine Mimar Sinan tarafından tasarlanıp, Mimar Sinan'ın yardımcılarından birinin nezaretinde yaptırılmış.  Çünkü İstanbul'daki Süleymaniye ile eş zamanda yapımına başlanmış. İstanbul'daki Süleymaniye' nin minyatürü diyebiliriz. 
SÜLEYMANİYE KÜLLİYESİ
      Bünyesinde birçok bölüm var. Külliye, aşevi, medrese, kervansaray, tabhane gibi bölümlerden oluşuyor. Tabhane bölümü şimdi askeri müze olarak kullanılıyormuş.
    Caminin avlusunda bulunan havuzda  hacı adayları o zamanlar abdestlerini alırlarmış. Medresede ise İstanbul'dan gelen alimler dersler verirlermiş.
    Caminin kıble tarafında sağında, son Osmanlı Padişahı Vahdettin'in ve son dönem diğer padişahların torunlarının ve çocuklarının mezarları bulunmaktadır.
VAHDETTİN'İN MEZARI
  İnsan bu mezarlıkları gezerken kendimi yine garip duygular içinde buluyorum. Zamanın Padişah'ı şimdi burada, gözümüzün önünde sade mi sade bir şekilde yatıyor. Hepimizin gideceği yer aynı ama yine de padişah ya da değil bir insanın yurdunun dışında yaşamaya mecbur edilip, yaban ellerde ölüp gitmesi hoş bir şey değil.
    Biz gezerken hava da iyice kararmaya yüz tuttuğundan fazla oyalanmadan  avluyu ve diğer yerleri gezip, çıkıyoruz.
  Şimdiki durağımız tarihi Hicaz Demir Yolu Hattı üzerindeki Şam Tren İstasyonu.
ŞAM TREN İSTASYONU
      Şam'ın en canlı noktalarından birinde bulunan istasyon oldukça görkemli gözüküyor. Her tarafı ışıklandırılmış, önünde duran tarihi vagonla tekrar çalışmaya başlayacakmış gibi görünen bakımlı bir bina. 
    Fakat  öğrendiğimiz kadarıyla bu istasyon Türkiye'nin yoğun girişimleri sonucu ayakta kalıp, korunuyormuş. Şu son olaylardan sonra akıbeti ne olur, bilmiyorum.
  Tarihi Hicaz Demir Yolu projesinin mimarı 2. Abdulhamit'miş. Demir yolunun inşasına 1 Eylül 1900 de başlanmış. Ve 1905'te Hayfa'ya kadar uzanan koca bir demir yolu bitmiş.
   Bu demir yolunun yapılma amacı Ortadoğu'da başlayan İngiliz ve Fransız ilgisine karşılık islam topraklarını birarada tutabilmekmiş. Fakat İngiliz ve Fransızlar bu toprakları ele geçirince ilk işleri Osmanlı'nın Arap ülkeleri ile bağını koparmak için demir yollarını kapatmak olmuş.
     Bu demir yolu hattı için bir çok hikaye dinliyoruz. Rivayete göre; o zamanlar Osmanlı Medine topraklarına girdiğinde peygamberimiz rahatsız olmasın diye trenin raylarına keçeler bağlanırmış. Şam İstasyonu Hac tren katarlarının önemli bir durağıymış.
   Yine anlatılan hikayelerden biri şöyle: 1. Dünya Savaşı sonrası mütareke gereği belki de son defa Anadolu' ya gidecek trende yaralı Osmanlı askerleri varmış. Dışarıdaki uğultular sebebiyle tren bir türlü hareket edemiyormuş. İçeridekiler ne oluyor diye merak etmişler. Bunun üzerine bölük komutanı trenin penceresinden dışarı bakmış. Trene sarılmış binlerce insan hıçkıra hıçkıra ağlamaktaymış. İçlerinden biri kendini trenin önüne atıp şöyle seslenmiş. " Bizleri kime bırakıp, gidiyorsun Türk". Bunu duyan bölük komutanı toz toprak içindeki yanaklarına süzülen gözyaşlarını silmek için içeri girmiş.
ŞAM TREN İSTASYONU ÖNÜNDEKİ  TARİHİ VAGON
     Bu arada istasyonun önünde bulunan vagonun üzerinde "Hatt-ı Hududu Osmani" yazıyor. Yani Osmanlı Tren Yolları..
        Tren garı içerisinde bir yıl öncesine kadar Abdulhamit'in treni kafe olarak hizmet veriyormuş. Fakat Suriye Hükümeti yeni bir gar ve çarşı kompleksi yapmak için bu müze kafe karışımı treni kaldırmış.
   Sanırım o trende oturup çay içmek, bir anlık da olsa nostalji içinde o zamanlara gitmek hoş olurdu. 
      Bu kadar bilgi sonunda kendimizi istasyon binasının içine atıyoruz. İçerisi oldukça renkli ve dolu. 
ŞAM İSTASYONUN İÇİNDEN GÖRÜNÜM
    İçeride mimari aynı bizim tren istasyonlarımızda ki yapıda, yabancılık duymuyorsunuz. Ve hemen girişte bir kitap satış reyonu bulunuyor.
İSTASYON BİNASI İÇİNDEKİ KİTAP SATIŞ REYONU
   Birçok kitap var ama tabi ki hepsi Arapça olduğundan elimize alıp, karıştırmıyoruz bile. Bir de unutmadan her yandan size gülümseyen Beşar Esad fotoğraflarını unutmayalım.
İSTASYON BİNASI DUVARLARINDAN SİZE BAKAN BİRİ VAR
      Üst kata çıktığınızda burayı avlu halinde görüyorsunuz. Bina oldukça hoş geliyor bize. Bir de ana yola bakan küçük bir balkonu var. Çıkıp biz de günü bitiren Şam'ın bu halini gözlerimize doldurmaya çalışıyoruz.
ŞAM TREN İSTASYONUNDAN BİR GÖRÜNÜM
     Binanın içinde yeni gar ile ilgili plan ve çalışmaları görmeniz mümkün. Zamanın içinde önemli bir yapıyı daha görmenin sevinci ile oradan ayrılıyoruz.
İSTASYON BİNASI ÖNÜ
  Şimdi yükseklerden Şam'a bakalım diyerek şehrin üstlerine Kasiyun Tepesi'ne çıkıyoruz. Çıkarken sokakları, yolları ve insanları gözlemliyoruz. Bunları yazarken bizim doğu şehirlerimizi andıran ve bizi 50 yıl geriden takip eden o şehrin şimdi ne halde olduğunu da düşünmeden edemiyorum.
KASİYUN TEPESİ'NDEN ŞAM MANZARASI
    Günü bitirmek için otelimize yakın bir restorana gidiyoruz. Bu ülkede restoranlar çok ilginç. 500 ya da 1000 kişilik yapılıp, ortasında bir de havuz oluyor. Su gürültüsünden konuşulanlar duyulmasın diye sanırım. Yemeklerse  bütün Ortadoğu bölgesinde hep aynı. Kebap çeşitleri bizdekilerin aynısı. Ama mezeler çok hoş. Özellikle her gün yeyip de bıkmadığım ikisini paylaşmak istiyorum.
        Tahinli humus ve tahinli patlıcan ezmesi. Tatları gerçekten nefis. Mutlaka deneyiniz.
HUMUS
TAHİNLİ PATLICAN EZMESİ
    Yemekten sonra otobüsümüze binip otelimize dönüyorken birden elinde süs eşyalarıyla Muhammed arabamıza biniyor. Babası muhalif olduğu için hapiste olan Muhammed elindekileri satarak evi geçindiriyormuş. Hepimiz elindekilerden almasak da para yardımı yaparak onu otobüsten uğurladık.
MUHAMMED
       Vee uzun bir günün sonu daha geldi işte. Şam'ın 120 km güneyine, Busra'ya doğru yola çıkıyoruz. Ve gecelemeyi Busra'daki otelimizde yapıyoruz. Bu karışık topraklarda yarın yine uzun, ilginç ve beklenen olacak gibi gözüküyor.

5.GÜN:BUSRA-2/2/2011:  Sabah vakitlice kalkıyoruz. Kahvaltı saatinden önce biraz otel çevresini dolaşmak istiyorum. Zira gece geldiğimizde karanlıktan bir şey görememiştik.  Önce otel odamızdan ne görürüm diye bakıyorum. Görüntüler pek iç açıcı değil. Sanki bir Anadolu kentinde, küçük mü küçük bir kasabadaymışım gibi, kendi halinde hala uykuya gömülü bir yer izlenimi bırakıyor bende.
SABAHIN İLK SAATLERİ BUSRA'DAN GÖRÜNÜM
     Odanın arka bölümünden de baktığımda Roma ve Nabati döneminden kalma tarihi eserleri görüyorum. Busra Kalesi hemen karşımda duruyor.
BUSRA'DA TARİHE TANIKLIK EDENLERDEN BİRİ BUSRA KALESİ
     Daha rahat gezmek ve Busra'yı daha iyi anlamak için otel odasının dışına çıkıyorum. Ve otelin içinde gördüğüm o şirin duvar süsleriyle yine göz göze görüyorum.
OTEL DUVARINDAKİLER
   Sonradan öğreniyorum ki  bunlar duvar süsü değillermiş. Yapılan lavaş ekmekleri bu hasır benzeri şeylerin üzerine konuluyormuş. Çok hoşuma gittiler. Rengarenk ve desende bu şeyler esasında bir çeşit nihale diyebiliriz sanırım.
      Otelin bahçesine çıkıyorum. Bir otele bir de etrafımıza bakıyorum. Bu kadar tezatlık olur mu olur doğrusu ?
BUSRA'DAKİ OTELİMİZİN GÖRÜNTÜSÜ
   Etrafta virane evler, sokaklar varken bu bakımlı otelin burada ne işi var şimdi anlayacağız. Elimdeki Suriye Gezi Rehberi'ni açıp okuyorum. Efendimmm bakalım neymiş bu şehrin önemi görelim.
  Şam'a 120 km , Ürdün'e 30 km uzaklıktaki Busra bir zamanlar Ürdün topraklarındaymış. Bulunduğu bölge Suriye'nin en önemli tahıl, sebze ve meyve ambarı olarak biliniyor. Ayrıca bir zamanlar tüm ticaret yolları üzerinde olduğundan konum olarak önemliymiş. Yahudilerden, Hristiyanlara kadar tüm dinlere ev sahipliği yapmış. Ama günümüzde bu sebeplerden değil de başka bir sebepten dolayı turistler buraya akın akın geliyor. Bu sebep ise peygamberimizin  burayı ziyaret etmesiymiş.
   İlk ziyareti 12 yaşında olmuş. Ve o zaman Rahip Bahira Hz. Ebu Talib'e küçük Muhammedin peygamber olacağının haberini vermiş. Anlatılanlara göre;
   Ebu Talib'in kervanı her zaman ki gibi manastıra yakın bir yerde konaklamak için gelirken manastırda yaşayan Rahip Bahira'nın dikkatini bir şey çekiyor. Kervan uzaktan manastıra yaklaşırken onu sıcaktan koruyan bir bulutta devamlı kervanla birlikte ilerliyormuş. Bunu gören rahip kervandakileri yemeğe davet etmiş. Ebu Talip ve arkadaşları kervanın en küçüğü  Muhammed'i nöbetçi bırakıp yemeğe gitmişler. Davetliler kervanı bırakıp yemeğe geldiklerinde bile bulutun orada olduğunu gören rahip dışarıda kimsenin kalıp kalmadığını sorunca 12 yaşlarında bir çocuk var demişler. Bunun üzerine rahip onun da getirilmesini istemiş.  Rahibin yanında bulunup kilise ileri gelenlerinin nesilden nesile aktardığı el-Enba adlı kitapta Arabistan'a gelecek son peygamberin özellikleri anlatılıyormuş. Kitaba göre gelecek peygamberin bütün özellikleri Muhammet'te mevcutmuş. Bahira bir de sırtına bakarak iki omuzu arasındaki peygamberlik mührünü görmüş. Ve Ebu Talib'e 
    " Senin bu yeğenin ileride büyük bir şöhrete kavuşacaktır. Bana sorarsan onu Suriye'ye Yahudilerin çok bulunduğu yerlere götürme. Onda bulunan alametleri görürlerse onu öldürmeye kalkmalarından korkulur. Onun için bu çocuğu al ve götür." demiş.
 Peygamberimiz ikinci ziyaretini ise 25 yaşında bir kervanın başında gerçekleştirmiş. Ve devesinin çöktüğü yere daha sonra Selahattin Eyyubi tarafından bir mescid yaptırılmış. Bugün bu anlatılanların şahitlerini burada görebileceğimiz kadar göreceğiz.
    Bu arada ben oyalanırken grupta yavaş yavaş kahvaltıya iniyor. Kahvaltımızı yapıp Busra'yı yazılı değil de görsel gezmeye başlıyoruz.
   Otelden araca binmeden, yürüyerek ilerliyoruz. Çünkü gezeceğimiz her yer çok yakınımızda. İlerlerken sokaklara da göz atıyoruz.
BUSRA SOKAKLARINDAN BİR GÖRÜNÜM
      Önce Busra'nın yerel siyah bazalt taşları ile yapılmış yollarında yürümeye başlıyoruz. Taşların yoğun olması sebebiyle kasaba tarih boyunca sağlam kalabilmiş.
ESKİ BUSRA SOKAKLARI
      Yol boyunca eski Roma hamamları, ana yol üzerindeki dükkanlar bugün bile hala kullanılabiliyor. Ve büyük tiyatro bugün bile Suriye'nin gözde anıtlarından biri sayılıyormuş.
TARİHİ BUSRA'NIN ANA CADDELERİNDEN BİRİ
     Hristiyanlık zamanında Busra Başpiskopusunun merkezi olmuş ve buraya bir katedral inşa edilmiş. 632 de ise Müslüman Arapların yayılması sırasında Busra ilk düşen Bizans şehri olmuş. Buraya bir çok cami yapılmış. Kasaba kervan ticareti için önemini korumuş ve Mekke'ye hac yolculuğuna gidenler için durak haline gelmiş.Suriye hacıları hacca giderken Busra'da dört gece dinlenip sonra yola devam ederlermiş. Daha sonra Frenklerin saldırısına, Moğolların işgaline uğrayan şehirdeki kervan ticareti yavaş yavaş Dera'ya kaymaya başlamış. 19. Yüzyılın  ortalarına doğru Busra'da nüfus iyice azalmış ve Lübnan'daki çatışmalar sonucunda pek çok Dürzi gelip buraya yerleşmiş.
    Şu an bu eski kentte yaşayanlar var ama ortalarda kimseler gözükmüyor. Sanki unutulmuş, terkedilmiş bir kent havasında dolaşıyoruz.
BUSRA SOKAKLARINDAN BİR GÖRÜNÜM
SOKAKLARDA PEK KİMSE YOK
   Yürüyerek peygamberimizin devesinin çöktüğü yeri içine alan Mebrak en Naka Mescidine doğru geliyoruz.
MEBRAK EN NAKA MESCİDİ
    Peygamberimiz burayı ikinci defa ziyaret ettiğinde 25 yaşındaymış. Ve bir kervanın başındaymış. Peygamberimizin bu ziyaret sırasında devesinin çöktüğü yere Selaahattin Eyyubi tarafından sonradan Mebrak en Naka denilen mescid yapılmış. Mescid'in kubbesi tam bir yumurtayı andırıyor.
      İçeri, taşın olduğu yere girmek için alçak bir kapıdan eğilerek giriyorsunuz. İçerisi pek aydınlık değil. Tam karşınızda yerde devenin çöktüğü taşı görmeniz mümkün.
PEYGAMBERİMİZİN DEVESİNİN ÇÖKTÜĞÜ TAŞ
        İçerisi fazla küçük olduğundan fazla oyalanmadan dışarı çıkıp buraya 5 dakika mesafedeki Rahip Bahira'nın manastırının  kalıntılarının olduğu yere gidiyoruz. 
RAHİP BAHİRA'NIN MANASTIRI
MANASTIRIN İÇİNDEN BİR GÖRÜNÜM
   Rahip Bahira aslında bir Süryani rahibiymiş. Hz. İsa'yı reddettiğinden diğer rahiplerin hışmına uğramış. Ve bulunduğu yerden ayrılarak Busra'daki bu manastıra gelmiş. Ve bildiğiniz gibi, peygamberimizle ilgili hikayeyi zaten daha önce anlatmıştım.
  Buradan sonra eski kentin diğer yerlerini dolaşmaya devam ediyoruz. Şehirde bir çok han, hamam, yollar, tiyatro, katedral gibi halen iyi durumda olan bir çok yapı bulunuyor.
   Yolumuzun üstünde az ileride bir Roma hamamı görüp içine giriyoruz. İsmi de oldukça ilginç, "HAMMAM MANJAK" yani manyak hamamı.
HAMMAM MANJAK
     İsmi üzerine grup içerisinde bir çok hikaye yazılıyor hemen iki dakikada. Şaka maka cidden kaç bin yıllık bu yapıların hala ayakta ve kullanılır vaziyette olması gerçekten çok hoş. Yüzlerce yıl önce yaşamış insanlarla aynı yerde yıkanmak, yürümek, sohbet etmek, gülmek ve nefes almak muhteşem bir duygu.
HAMMAM MANJAK'IN İÇİ
      Manyaklar Hamamından çıkıp o zamanın taş yollarında biz de yürüyoruz. Bastığımız taşlara kimlerin kimlerin bastığını bilemeden.
ESKİ BUSRA'NIN YOLLARINDAN BİRİNDE İLERLİYORUZ
 Şimdi 5000 nüfusa sahip Busra'dan gezginimiz Evliya Çelebi de Seyahatnamesinde "300 haneli, mamur bir köy " olarak bahsetmiş. 
ESKİ ŞEHRİN SÜTUNLARINDAN BAZILARI
  Bu ünlü şehrin eski sokaklarında dolaşırken eski Roma kalıntılarının ihtişamından buranın gerçekten önemli bir yer olduğunu anlıyorsunuz.
ROMA KALINTILARININ ARASINDA
 Busra 1174 te Selahattin Eyyubi'nin idaresine geçmiş. Bir daha da Hristiyanların eline geçmemiş. Fakat Eyyubi haçlı saldırılarına karşı şehri güçlendirip, kuvvetlendirmeyi ihmal etmemiş. İlk yaptığı şeyde amfi tiyatroyu kaleye çevirmek olmuş. İşte biz de şimdi sabah otelin odasından gördüğümüz kaleye ya da eski tiyatroya doğru gidiyoruz.
   Kaleye girmek için bilet almanız gerekiyor. Biz de küçük bir meblağ ödeyerek içeri giriyoruz.
ANFİ-TİYATRONUN İÇİ
       Romalılardan kalma bu tiyatro-kalenin adı Selahattin Eyyubi Kalesi  imiş. İşgal altındaki Filistin'e bir hayli yakın olan bu kale Kudüs'ün fethinde de büyük rol oynamış. Kalede şu an ara ara festivaller ve sanat etkinlikleri düzenleniyormuş.
TİYATRO BASAMAKLARINDA OTURUYORUZ
    Bu arada kalenin üstüne çıkıp Busra'yı fotoğraflamayı da unutmayın. Bu küçük sevimli şehre bir merhaba da buradan demelisiniz.
      Çıkışta sizi bu sefer oğul Esad değilde baba Esad 'ın fotoğrafı karşılıyor. Ona da bir selam edip yolumuza gidiyoruz.
KALENİN ÖNÜNDE HAFIZ ESAD SİZE MERHABA DİYOR
     Vee otobüsümüze binip 30 km güneyimizde bulunan Ürdün sınırına doğru ilerliyoruz. Yine bir sınır ve yine yeni bir ülke bizi bekliyor dostlar.
    Ürdün sınırına doğru sizi bu sefer fotoğraflarla Ürdün Kralı II. Abdullah karşılıyor. Sanki insana diğerlerine göre daha bir sempatik gözüküyor Kral II. Abdullah.
WELCOME TO JORDAN
      Kral Hüseyin'in en büyük oğluymuş Kral II. Abdullah. İngiltere'de politika alanında  eğitim görüp ülkesine dönmüş. Özel güçlere katılıp komutanlığını yapmış. Bir ara tekrar politika alnında eğitim görmek için Amerika'ya gitmiş. 1993 te de Kuveytli Rana el Abdullah ile evlenmiş. Şimdi dört çocukları var. Yollardaki afişlerden Rana el Abdullah'ın güzelliğini görüyoruz.
ÜRDÜN KRALI VE AİLESİ
    Ürdün sınır kapısı gerçekten çok görkemli ve bakımlı. Pasaport kontrolü tek tek yapılıyor ve göz taramasının bile yapılacağı makineler var. Girişi de oldukça pahalı. 
 Girişte en çok beklediğimiz ülke oldu diyebilirim. Bir saate yakın bir oyalanma ile tekrar otobüsümüze doluşuyoruz. Bu arada otobüsümüze bir turist polisi biniyor. Ürdün'de turist polisinin bizimle dolaşması zorunluymuş.
  Lut Gölüne doğru yola çıkıyoruz. Lut Gölü Amman'dan 70 km uzaklıkta bulunuyor. Batı dilinde Ölüdeniz olarak bilinen Lut Gölü'nün en büyük özelliği dünyanın en alçak seviyesinde bulunan göl olmasıdır. Normal deniz seviyesinden 376 mt daha aşağıda bulunuyor. Tuz oranı da % 35 olduğundan dünyanın 3. en tuzlu gölü unvanını taşıyor. Bu sebeple bu göle girenlerin batması çok zor. Tabi bu tuz oranı sebebiyle içerisinde hiçbir canlı yaşamamaktaymış. Tabi gölün suyunun bazı faydaları da yok değil. Duyduğumuza göre kan dolaşımını hızlandırıcı, cildi yumuşatıcı, toksinleri atıcı, hücre yenileyici, yağ tabakasını eritici bir çok özelliği varmış. Bu arada burasının Lut Kavminin yok edildiği yer olduğuna inanıldığından bir çok ziyaretçiyi de kendine çekiyor.
  Uzaklardan Lut Gölü gözüktüğünde hepimiz seviniyoruz. Göl alabildiğine dağlarla çevrelenmiş. Bir tarafı İsrail sınırlarında bir tarafı Ürdün'ün sınırlarında bulunuyor. Bizim bulunduğumuz taraftan bakınca karşı cephede ünlü Golan Tepeleri oluyor. Bu tepelerin üç ülke ile sınırı var. Suriye, Ürdün ve İsrail. 1967 de Altı Gün Savaşları olarak bilinen savaşta İsrail'in işgali altına girmiş ve hala aynı şekilde işgal altında bulunmaktaymış. Şu günlerde ise İsrailli turistler bu tepelere çıkıp Suriye'deki çatışmaları izliyorlarmış.
  Biz göl seviyesine ulaşıyoruz. Göle doğru inerken kulaklarınızda bir tıkanıklık hissediyorsunuz. Gölün kenarında ara ara tesisler var. Bu tesislerde üzerinizi değiştirip göle girme şansı bulacağınız kabinler mevcut. Bunlardan birine giriyoruz. Daha girişte hemen gözümüze Lut Gölü'nün suyu ile yapılmış çeşitli kozmetik ürünleri gözümüze çarpıyor.
TESİSİN GİRİŞİNDEKİ UYARI TABLOSU
     Burası bizim plajlarımızı andırıyor. İçeri girer girmez sahile doğru hızlı hızlı ilerliyoruz. Kumsalda sevgili turist polisimiz de bize eşlik ediyor.
ÜRDÜN TURİST POLİSİ
LUT GÖLÜ KENARINDAKİ TESİSLERDEN GÖRÜNÜM
LUT GÖLÜ KENARINDAKİ TESİSLERDEN BİR BAŞKA GÖRÜNÜM
   Lut Gölü bazı inanışlara göre Lut Kaviminin yok edildiği yer olarak kabul ediliyor. Kavmin yaşadığı yerin yapılan kazılarda gölün yakınlarında olduğu ortaya çıkmış. Bu şehrin Eski ahitte adı geçen  Sodom olduğu kesinlik kazanmış. 
  Tabi bu gölün bu güzel özellikleri varken dibine kadar da gelip batıp batmayacağınızı test etmemek olmaz diyorsanız siz de hemen göle kendinizi atmak istiyorsunuz.
LUT GÖLÜNE GİRİP ÇIKANLAR
    Bazıları çamuru faydalı diye her taraflarını gölün çamuruyla kaplıyorlar. Biz de suyun yumuşaklığını test etmek istiyoruz.
SU GERÇEKTEN SİZE FARKLI BİR HİS VERİYOR
   Herhangi bir akarsuyla beslenemeyen Lut Gölü'nün kenarında biriken tuz birikintileri var ve her sene su seviyesi giderek azalıyormuş. Son yıllarda bu daha da hızlanmış. Sebebi de Ürdün ve İsrail'in su ihtiyacını karşılamasıymış.
   Bu arada buraya öyle bir vakitte geliyoruz ki gözlerimiz bayram ediyor. Gün batıyor yavaş yavaş. Muhteşem bir manzara var.
GÜNÜN SON IŞIKLARI İLE LUT GÖLÜ
    Tesislerden çıkıyoruz. Ama hepimizin yüzünde bir tebessüm var. Burada olmak bizi rahatlattı ya da mutlu etti, bilmiyorum ama bildiğim hepimize iyi geldiğidir. Çıkışta bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.
LUT GÖLÜ ÇIKIŞI
 Otobüse binip Ürdün'ün en önemli antik şehri Petra'yı barındıran Wadi Musa'ya doğru  yola çıkıyoruz.
   Geç vakit otele varıp, yerel yemeklerden hızlı bir şekilde atıştırıp, yatağımıza atlıyoruz. Kim bilir rüyamızda belki Ortadoğu'nun çölleriyle buluşur, develer üzerinde ilerler, uçan halılarla gezeriz. 

6. GÜN: WADİ MUSA-3/2/2011:  Bu sabah erkenden uyanıp, kahvaltımızı yapıp Ürdün'ün ve hatta dünyanın en önemli antik kentlerinden birine Petra'ya gideceğiz. Herkes çok heyecanlı.  
     Hemen zaten otobüse doluşup Petra'nın yolunu tutuyoruz. Burası küçük bir kasaba, bir Arap kenti. Bu yolculukta kendimi bazen "Çölde Çay" filminde, bazen "Casablanca" filminde, bazen de "Arabistanlı Lawrence" filminde gibi hissettim. Sanki içinde bulunduğumuz yüzyıl buralara daha ulaşmamış gibi içinize tatlı bir his yayılıyor. Şaşırıyor ama etnik dokuya da bayılıyorsunuz.
  Petra'ya geldiğimizde, bu kadar önemli bir antik şehrin girişinin daha özenli ve güzel olması gerektiğini düşünüyorum. Ama şu hayatımda bir antik şehir girişine ödediğim en fazla parayı, yani 75$ ı da Petra'ya ödediğimi üzülerek itiraf ediyorum.
PETRA'NIN GİRİŞİNDEKİ TAŞ
  Yapımı 500 yıl süren Petra, M.Ö.400 lerle M.S. 100 lere kadar Perslerden kaçıp buraya yerleşen Nebatilere başkentlik yapmış. Nebatiler Suriye ile Arabistan arasındaki mesafeye yerleşen semitik bir arap topluluğunun ismidir. Nebatiler burada varlıklarını Romalıların işgaline kadar sürdürmüşler. Bu şehir bir kaç yüzyıl sonra da deprem ve ekonomik sebeplerden dolayı da gözden düşüp, unutulmuş. Fakat ilk olarak neden yapıldığı tarihçiler tarafından bulunamamış. Ta ki kazılar yapılıp, araştırmaların sonucunda Petra'nın altında bir bölüm olduğu öğrenilene kadar. Ve bu bölümde aslında kral mezarlarının bulunduğu yermiş.
   Antik kentte bir çok yapı var. Tiyatro, ev, tapınakların hepsi kireç taşından oyularak yapılmış. Kırmızıya çalan da bir renkleri var.
  1812 de İsviçreli bir gezgin tarafından tekrar bulunup ortaya çıkartılmış. 1985 te de UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Listesine girmiş. 2007 de dünyanın yedi harikasından biri olmuş. Hatta Machu Picchu ile de kardeş şehirlermiş.
 Bu kadar tarihçeden sonra Petra Antik kentinin içlerine, tarihin derinliklerine doğru ilerlemeye başlıyoruz.
    Petranın o çok bilindik El-Khazna binasına kadar sanırım 2-3 km lik bir yol vardır. Yürümeye başlıyoruz. Hava oldukça açık ve parlak. Sanki güneş de bizim Petra günümüzü  kutluyor ve bizi selamlıyor. Yürürken mutlu olduğumu düşünüyorum.
   Bu arada bizim yürüyüş yolumuzun yanında bir de toprak yol var. Ata binmek isteyenler için yapılmış bir parkur. Bazı at bakıcıları atları üzerinde ilerliyorlar.
PETRA VE AT BİNİCİLERİ
       Bir yandan Arap atlarını izlerken bir yandan da yürümeye devam ediyoruz. Sağlı sollu kent binaları yavaş yavaş görünmeye başlamış bulunuyor. Bu arada Petra kelimesinin Yunanca karşılığını öğreniyorum. "TAŞ "demekmiş. Sanırım şehrin kayalara oyularak yapılmasından kaynaklanıyor.
PETRA'NIN PEMBEMSİ KLASİK YAPILARINDAN BİRİ
     Petra'nın asıl girişine kadar yürürken sağlı sollu dik kaya diplerinde oturma yerleriyle karşılaşıyoruz. Eğer siz de benim gibi güneşi ve bu gül renkli kayaları selamlamak istiyorsanız biraz oturabilir anın ve mekanın tadını çıkarabilirsiniz.
BANKLARDA GÜNEŞİ SELAMLAYARAK PETRA HAVASINI İÇİNİZE ÇEKİN
    Giriş dediğim yer aslında yerel halkın "Sig" dediği ama dünyaca bilinen isminin "Street of Facades" olduğu bir çeşit kanyon misali  geçit. Sig kayalıkların arasında doğal süreç sonucunda oluşmuş jeolojik bir yapı anlamına geliyor. Bu arada bu geçit yaklaşık 1 km uzunluğunda ve 3 m genişliğindeymiş.
PETRA GEÇİT GİRİŞİ VE NÖBETÇİLER
     Bu geçidin girişinde sağlı sollu iki nöbetçi hala o günkü gibi canlandırmayla Petra'yı korumakla görevliler. Bu dar geçitten başlayarak yaklaşık 1 km ilerlerseniz şehrin merkezine varıyorsunuz. Ama bu geçit sizi alıp içine içine çekiyor. İnanılmaz bir yer. İlerledikçe bu kayalar daha da yükselerek sizi kollarının arasına alıyor ve sizi alabildiğine şaşırtıp, bir yandan da şımartıyor.          Kayaların yükseklikleri kimi yerlerde 80 mt yi bulurken kimi yerlerde de yol üzerinde öyle kesişiyorlar ki gözyüzünün göremiyorsunuz. 
   Bu arada  yol üzerinde de eğer binmek isterseniz küçük fayton misali araçlar var.
PETRA YOLLARINDA FAYTONLA GEZİ
 Bu kayalardan oluşan geçit o zamanlar şehrin korunması açısından Nebatilere oldukça yardımcı olmuş. Petra'yı dış dünyaya bağlayan bu yol çökmelerle oluşmuş. Pembe-kızıl rengi taşlar sebebiyle  Petra'ya "GÜL ŞEHRİ" de deniliyormuş. Bunu da öğrenmiş olduk.
   2000 yıl öncenin bu ilerlemiş insanları o zamanlar şehrin aşağı vadilerinde bir su barajı da yapıp şehrin su ihtiyacını karşılamışlar. Petralıların su mühendisliği konusunda uzman olduklarını da söylemeden geçmeyelim.
  Yürürken ayaklarımın altındaki taşlara dikkat ediyorum. Bizim arnavut kaldırımları misali, yol boyu döşenmiş binlerce yıllık güzel antik taşlara şimdi de biz basa basa ilerliyoruz.
PETRA YOLLARINDAKİ TAŞLAR
     İlerlerken bir şey çok hoşuma gidiyor. Her taraf tertemiz. Temizlikçiler devamlı çöpleri topluyorlar. Hatta küçük küçük çöp arabaları da görüyorsunuz.
PETRA'NIN ÇÖPÇÜLERİNDEN BİRİ, DİNLENİYOR
   Bu arada eğer Petra gezinizde rahat etmek istiyorsanız mutlaka spor ayakkabı ve ya bot tarzı bir ayakkabı giymelisiniz. Yürüyüşü oldukça bol bir gezi oluyor. Yürürken de etraftan, kafanızın üzerindeki kaya oluklarından gözünüzü alamıyorsunuz.
PETRA'DA OLAĞANÜSTÜ KAYALAR
ETRAFA BAKMAKTAN YÜRÜMEK BAYAĞI ZOR OLUYOR
      Bu arada tabi yol üzerinde günlük hayatın bazı ihtiyaçlarını karşılayan bir takım kaya oymaları da var. Mesela alttaki fotoğrafta evlenecek çiftler ellerini kayanın üstünde birleştirirken, rahip de taşın önünde durarak  evlilik törenini gerçekleştiriyor.
EVLİLİK ANDININ YAPILDIĞI YER
DEĞİŞİK HAYVAN FİGÜRLERİ  İÇEREN KAYA FORMLARI
KRALIN KAYA ÜSTÜNDEKİ SİLUETİNDEN BİR GÖRÜNÜM
     Bu zaman tünelinin sonlarına doğru ilerlerken bir yarıktan size göz kırpan bir görüntü çıkıyor karşınıza, herkes Petra'ya gitmeden mutlaka tanıtım fotoğraflarında görmüştür onu. AL-KHAZNEH...
ARALARDAN ARALARDAN GELİYOR GÖRÜNTÜ
   İnsan ister istemez heyecanlanıyor..O aralıktan bir şeyler görünmeye başladı ya bir an önce tamamını görmek istiyorsunuz. Şu insanoğlu ne menem  bir yaratık değil mi? Biraz daha yürüyünce tüm heybetiyle karşınızda işte, "AL KHAZNEH" . Yani nam-ı diğer "HAZİNE"...
AL-KHAZNEH
   Kanyondan çıkınca sizi alabildiğine bağrına basıyor bu muhteşem hazine. Zaten herkes dağılıp, farklı açılardan onu izleyip kendine gelmeye çalışıyor. Ne de olsa Petra Antik Kenti'nin en ilgi çeken yapısı Al-Khazneh.
   Nebati Kralı III.Aretas için mezar olarak kumtaşı kayalara oyularak inşa edilmiş. Al-Khazneh'in ebatları 30 mt genişliğinde 43 mt uzunluğundaymış. Namı sebebiyle hazine avcılarından da nasibini almış. Bu arada "HAZİNE " lakabını almasının sebebini şu hikayeyle anlatıyorlar:
  "Bir zamanlar haydutlar binanın ikinci katındaki taş kaba hazinelerini saklamışlar. Yıllar yıllar sonra burada bir hazine olduğunu duyan Bedeviler de  hazineyi bulmak için taş kabı kurşunlamışlar." Bu sebeple hazine hikayesi yıllar yıllar boyunca söylene söylene bugüne kadar gelmiş.  Günümüzde halen o kurşun izlerini görmeniz mümkün.
  Bir yandan vadinin hazinesini izliyor bir yandan da Bedevilerin sattığı kaküleli, naneli çaydan yudumluyoruz.
BAŞKA BİR AÇIDAN AL-KHAZNEH
      Ortadaki meydanda her yerde gördüğümüz gibi  burada da karşımıza çıkan uzak doğulu turistler var. Ve Bedevilerin develerine binerek eğlenmeye , tur atmaya çalışıyorlar. Burada deve oldukça fazla, isterseniz siz de bir tur atabilirsiniz.
BEDEVİ DEVE SÜRÜCÜLERİNDEN BİRİ
    Meydanda bir çok turistik eşya satıcıları da göreceksiniz. Bu dükkanlarda en çok ilgimi çeken şey kumla yapılan süs eşyası oldu. 
KUM VE SANAT
    Satıcı iki dakikada kum dolu bir şişede size bir deve şekli oluşturuyor. İzlemesi çok hoşuma gitti. Desenlerin bir sürü çeşidi ve rengi var.
KUM VE SANAT ÇEŞİTLEMELERİ
PETRA'DA SÜS EŞYASI SATICILARI
      Vadiye kendinizi atıp ilerlemeye devam ederseniz. Buranın diğer önemli yapılarına gelmeden solda bir cafede soluklanıp, seyyar tuvalette ihtiyaçlarınızı giderebilirsiniz. Zaten hemen karşınızda da tapınaklardan biri koca bir kayaya oyulmuş sizi bekliyor.
NEBATİ TAPINAKLARINDAN BİRİ
    Yol üzerinde sizi bekleyen sevimli mi sevimli güzel gözlü eşeklerle de vadiyi gezmeniz mümkün.
PETRA'DA EŞEKLER
  Yolun sonunda sizi doğal bir yamaca yaslanmış  koca bir amfitiyatro karşılayacak. 8000 kişilik olduğu söyleniyor. Roma tarzında inşa edilmiş tiyatroda 45 sıra bulunmaktaymış. Güneşin seyircileri etkilememesi için de kuzey ve güneye doğru konumlanmış.
     Tiyatronun hemen arkasındaki kaya bloğuna bir çok mezar kazılmış. Burası aynı zamanda kentin mezarlığıymış. O dönemin şartları düşünüldüğünde nasıl büyük bir emek harcandığını görebiliyorsunuz. 
    Bu arada tiyatro demişken aklıma geldi. Petra'da bir çok film de çevrilmiş. Bunlardan bildiğimiz bazılarını yazmak istiyorum.

  • Indiana Jones-Son Macera
  • Mumya Geri Döndü
  • Transformers-Yenilenlerin İntikamı
  • Sinbad ve Aslanın Gözü
  • Mortal Combat-Ölümcül Dövüş-2
  • Çölde Tutku
  • Spiritüel Savaşçılar
  • Digging for the Truth
     Gitmeden izlemek için ideal filmler olduğunu düşünüyorum. Bu arada  tiyatroyu geçip şehrin sütunlu 400 mt lik ana caddesini takip ettiğinizde yolun sonundaki Kas-r el Bint Tapınağı görülmeye değer bir yer.
KAS-R EL BİNT'İN SÜTUNLU YOL SONUNDA GÖRÜNÜMÜ
    Burası Bedeviler arasında "Firavun'un Kızının Sarayı" diye anılıyormuş. Ama ne Firavunla ne de sarayla ilgisi varmış. Turistlerin hoşuna gittiği için Bedeviler arasında söylene söylene bugüne kadar gelmiş. 
KAS-R EL BİNT ANA BİNASI
   Bu binanın en büyük özelliği vadideki tek kayalara oyulmayan yapı olmasıymış. Ne komik değil mi? Tek başına bir binanın bizim için hiç bir esprisi yokken Petra'da önemli oluyor. Çünkü kayalara oyulmamış. Orjinalinin aşağıdaki fotoğrafta olduğu gibi olduğu düşünülüyormuş.
KAS-R EL BİNT'İN VARSAYILAN ORJİNAL HALİ
     Eğer biraz daha dişinizi sıkarsanız vadinin iyice diplerinde 850 basamak çıkarak ulaşacağınız bir tepede Ad-Deir Manastırı'nı görebilirsiniz. Biz buraya çıkmadık. Aynı yolu takip ederek geri döndük. Ve hatırlatılması gereken şeylerden biri de Petra'nın gecelerinin ne kadar güzel olduğudur. Pazartesi, çarşamba ve perşembe geceleri özel gösteriler yapılıyormuş. Ayışığı ve kanyonun içinde yanan mumlarla oluşan pembeye çalan görsel güzellik mutlaka gözlere işlenmeli. Bir daha ki sefere diyoruz artık ne yapalım.
      Petra'dan çıkıyoruz. Ama hala aklımda olduğunu itiraf etmeliyim. Bu şehir hakkında ne söylersem, ne anlatırsam boş diye düşünüyorum. Bu ihtişam ancak görüldüğünde anlaşılır. İngiliz şair John William Burgon Petra'yı birkaç kelimeyle şöyle anlatmaya çalışmış: "ZAMANIN YARISI KADAR ESKİ GÜL RENGİ ŞEHİR"...
    Umarım bir gün yolunuz düşer bu gül rengi şehre. Bizler zamane yolcuları otobüsümüze binip, başka yerlere doğru akışa geçtik bile.
   Petra antik kentinden 10-15 dakika mesafede bulunan Musa Peygamberin asasıyla vurup şifalı su çıkardığı sudan içmek için duruyoruz.
MUSA PEYGAMBERİN ŞİFALI SUYU
   Rivayete göre buradan su içen döner dolaşır yine buraya gelirmiş. Bakalım zaman ne gösterir bilinmez ama Petra'yı tekrar görmek çok isterim.
 Otobüsümüze tekrar binerek bu sefer de İslam tarihinin en zorlu savaşlarından birinin, Mute Savaşı'nın gerçekleştiği yere gidiyoruz. Açıkcası böyle bir savaştan haberim yoktu bahaneyle öğrenmiş oldum. Savaşın hikayesine gelince: Peygamberimiz İslam dinini yaymak için dört bir yana elçiler göndermiş. O zamanlar Bizans İmparatorluğuna bağlı olan Busra'ya giden elçi, Busra Valisi tarafından öldürülünce Peygamberimiz bu valinin üzerine ordu göndermeye karar vermiş. Peygamberimiz Zeyd bin Harise'yi kumandan ilan etmiş. Ona bir şey olursa yerine Cafer bin Ebu Talip geçsin ona da bir şey olursa yerine Abdullah bin Revaha geçsin demiş. Fakat savaş sırasında bu üç sahabe de şehit olunca Halid bin Velid komutayı eline almış. Şaşırtıcı bir taktikle Bizans ordusunda bir panik havası yaratmış ama Bizans ordusunun sayıca üstünlüğü sebebiyle o gece Medine'ye geri çekilmiş. Savaş üç büyük komutanın ölmesiyle bitmiş. Bu sebeple bu üç şehit için hemen savaş alanı yanında bir cami yapılmış.
MUTE SAVAŞI'NDA ÖLENLER İÇİN YAPILAN CAMİ
    Bu üç şehidin kabirleri de caminin içinde bulunuyor. Cami oldukça geniş bir alana yayılmış durumda.
CAMİNİN İÇİNDEN BİR GÖRÜNÜM
CAMİNİN İÇİNDE BİR TABELA
CAMİNİN İÇİNDEN BİR BAŞKA GÖRÜNÜM
  Camiden çıkıyoruz. Şimdi de bizim ülkemizde de bir kaç tane olan Yedi Uyurların Ürdün şubesine doğru yola çıkıyoruz.
    Herkes Yedi Uyurların hikayesini bilir ve bir kere de mutlaka görmüştür diye düşünüyorum. O sebeple sadece fotoğraf paylaşıyorum arkadaşlar.
ÜRDÜN'DEKİ YEDİ UYURLARIN GİRİŞİ
KAZILARDA BULUNANLAR
YEDİ UYURLARA AİT OLDUĞU SÖYLENEN KEMİKLER
   Ve gün yağmurla birlikte sona yaklaşıyor. Amman'a doğru ilerliyoruz. Amman temiz, güzel bir şehir. Geniş caddeleri, kavşakları, modern binaları ile kendinizi batıda bir şehirde sanıyorsunuz. Çok orjinal köprüleri de var. Bunlardan biri de üzerinden bir kaç defa geçtiğimiz Wadi Abdoun Köprüsü.
WADI ABDOUN KÖPRÜSÜ
     Bu güzel şehirde otelimize varıp yerleşiyoruz. Duş ve akşam yemeğinden sonra Amman'ın duyduğumuz gece hayatına atılmak için heyecanlanıyoruz. Soluğu şık bir barda alıyoruz. Barda bir çok yabancıyı görünce de şaşırıyoruz.
AMMAN'DA BİR BARDAYIZ
     Bu güzel günü soğuk biraların eşliğinde güle, eğlene Petra'nın şerefine içerek bitiriyoruz.

7. GÜN: AMMAN-4/2/2011: Bir gün de kalkıp şöyle bulunduğumuz yerin tadını çıkartsak diyorum kendi kendime. Kahvaltıdan sonra yine yollara düşeceğiz. Bugünkü gezimizin ana teması Jerash Antik Kenti. Fakat sıkı da bir yağmur var Amman'da, nasıl olacak bilmiyorum ?

 Kahvaltı sırasında elimdeki kitaptan biraz Amman ile ilgili araştırma yapıyorum.
 Bu güzel şehir 635 yılında müslümanların eline geçmiş. Ve Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında 1516 yılında Osmanlı topraklarına katılmış. II.Abdulhamit döneminde de Rusya'dan kaçarak bize sığınan Çerkezlerin bir kısmı Amman'a yerleştirilmiş. 1900 lerde yapılan Hicaz demir yolunun Amman'dan geçmesi ile önemi daha da artmış. Fakat Ürdün Osmanlıdan Suriye'ye göre daha az etkilenmiş. Amman yakınlarında  Kan Zaman adlı Osmanlı köyünde büyük bir bina  onarılarak restoranı, dükkanları ve el sanatları merkezleriyle turistik bir merkeze dönüştürülmüş. Biz oraya  uğramayacağız sizin yolunuz düşerse mutlaka uğrayın.
    Ürdün 1. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiliz Manda yönetimine girmiş ve 1946 da da Ürdün Krallığı'nın başkenti olmuş.
    Bir Krallık olan Ürdün de yaşam standartı Suriye'ye göre oldukça yüksek ve bu sebeple daha pahalı. Bu arada Amman İstanbul ve Roma gibi başlangıçta 7 tepe üzerine kurulmuş ama şimdi 19 tepenin üzerine yayılmış. 
  Bu kadar bilgiden sonra hareket zamanıdır diyerek tekrar otobüslere doluşup Amman'ın 48 km kuzeyine Şam sınırına doğru ilerliyoruz, Jerash Antik Kenti'ni görmeye gidiyoruz. Jerash 1000 metrelerde dağlar ve vadilerle çevrelenmiş bir şehir.
  Jerash şehrinin tarihi çok eskilere dayansa da tanınması Büyük İskender dönemine rast geliyormuş. Bir ara Romalıların eline geçmiş. Ve Roma İmparatorluğunun Suriye, Ürdün ve Filistin topraklarında kurulu 10 hudut şehrinden biri olma ünvanına erişmiş. Yani decapolislerden biriymiş.
   Ticaret, demir madenleri ve tarım sayesinde oldukça zenginleşmiş. Nebatiler tarih sayfasından silinince zenginliğine zenginlik katmış. Bunun üzerine şehre bir çok yeni, ihtişamlı binalar, yapılar yapılmış. Şehrin girişindeki Zafer Takı da bunlardan biri. 
JERASH ANTİK KENTİNİN GİRİŞİNDEKİ ZAFER TAKI
  Jerash'ta bu güzel günler fazla uzun sürmemiş tabi. Palymra'nın ortadan kalkması, arkasından kervan taşıyıcılığının gözden düşmesi ve deniz ticaretinin önem kazanmasıyla bir süre sonra Jerash da gözden düşmüş. Bu tarihten sonraki en önemli gelişme Hristiyanlığın yayılması sonucu şehre 7 tane kilise yapılması geliyor sanırım. 12 yüzyılda da Haçlı garnizonu olarak kullanılmış ta ki tümüyle terkedilene kadar. Şehirde insan sesleri 1878'de Rusya'dan kaçan Çerkezlerin buraya yerleşmesiyle duyulmaya başlamış.
  Artık şehre dalıyoruz hadi bakalım. Şehre girdiğinizde solunuzda büyük bir hipodrom kalıyor. 
HİPODROMDAN GÖRÜNÜM
    Yol boyu ilerlediğinizde şehrin sütunlu güzel yollarını görecek ve kendinizi bir zaman tünelinde hissedeceksiniz.
JERASH'IN BÜYÜK SÜTUNLU CADDELERİ
SÜTUNLU CADDELER
      Jerash'da bir çok yapı var. Hepsini dolaşabilirsiniz. Birçoğu da bakımlı. Şehrin merkezinde bir yerde hükümet işlerinin yürütüldüğü büyük bir meydan var.
JERASH İDARE ALANI
  Jerash'tan bana kalan en güzel anı Roma Tiyatrosu içinde yerli müzisyenlerin verdiği mini konser oldu. Öylesine hareketli, sizi yerinizde durduramayan bir Arap müziği eşliğinde yağmurun altında müzik dinletisi.
ÜRDÜNLÜ YEREL MÜZİSYENLER
  Nereye gidersem gideyim sokak müzisyenlerinin yakın takipçisi olan bendeniz mutluluktan köşe köşe olmuş durumdayım tabi ki. Müziği dinledikten sonra bir de bu ilginç kostümlü amcalarla fotoğraf çektirmek isterim tabi ki, bir daha Jerash'a ne zaman geleceğiz değil mi?
ÜRDÜNLÜ MÜZİSYENLER,BİZ VE YAĞMUR
    Jerash'tan ayrılıp Suriye sınırına, Şam'a doğru ilerliyoruz. Yine koca, köklü bir medeniyetin, Roma İmparatorluğunun bir zamanlar meşhur ettiği başka bir şehri, dünyanın bir başka köşesinden selamlayarak otobüsün camında hayallerime dalıyorum. Ve buraları gördüğüm için kendimi şanslı hissediyorum.
    Sınıra pek fazla yol  yok. Sınıra vardığımızda biraz free shop ta oyalanıyoruz.   Şam'a geçtikten sonra da oyalanmadan şehrin merkezine gidiyoruz.  Daha bir iki gün önce burada olduğumuzu düşününce komik geliyor. Komşuya gider gibi bir Ürdün'e bir Lübnan'a gidip geliyoruz. Ama geçen sefer gitmediğimiz yerleri ziyaret etmenin merakı içerisindeyiz.
   Otobüsten inip yürüyerek doğruca Hamidiye Çarşısına gidiyoruz.  Hamidiye çarşısına giderken Şam Kalesinin surlarını da çarşı girişi sırasınca görebilirsiniz. 
HAMİDİYE ÇARŞISININ GİRİŞİ
       Burası Şam'ın eski şehir bölgesinde, surların dibinde bulunuyor. 
HAMİDİYE ÇARŞISI-ŞAM
   Çarşı tam anlamıyla bir turist merkezi olmuş. Girer girmez satıcılar sizi kolunuzdan çeki çekiveriyorlar. Bizim gibi batılılar için oldukça ilgi çekici şeyler mevcut. Burada antika eşyaları ve Bedevi halılarını da çok rahat bulabilirsiniz.
  Uzunluğu 600 mt, genişliği 15 mt olan çarşının içinden geçip devam ettiğinizde sizi doğruca Jüpiter tapınağının kemerine ve Emevi Camisine kadar götürüyor.
   1780 Yılında Sultan I. Abdulhamid döneminde önce batı kısmı yapılmış. Diğer bölümü de II.Abdulhamid döneminde yapılmış. Bugünkü halini ise 19. yüzyıl sonlarında almış. Ve ismini de II.Abdulhamid döneminde almış. Fotoğrafa dikkatli bakarsanız tavanda bir sürü kurşun izi göreceksiniz. Kurşun izleri Arap kuvvetlerinin 1917 de şehre girmesinden kalmış. Ayrıca 1925'te de Fransız uçakları makineli tüfeklerle taramışlar.
     Yavaş yavaş çarşının sonuna doğru yaklaşırken Emevi Camisi'nin minareleri de gözünüze gelmeye başlayacak. Ve tabi Romalılardan kalma tapınağın giriş kalıntıları da ortaya çıkacak.
JÜPİTER TAPINAĞI KALINTILARI
   Nihayet çarşıdan çıktığınızda önünüzde bir zamanlar dükkan ve standların bulunduğu açıklık bir meydan göreceksiniz. Tam karşınıza da Emevi Camisinin 150 mt uzunluğundaki batı duvarı dikilecek.
 Fakat batı duvarındaki  Bab il-Berid turistler için değilmiş, turistlerin geçeceği yer kuzey duvarındaki Bab al-Amara girişiymiş.
   Biz de kuzeye doğru yöneliyoruz. Tabii üstümüze hemen cilbab giymemiz için bizi kapalı bir çadıra alıyorlar. Bu sefer kendi cilbabım yanımda olmadığından mecburen caminin kötü kokulu cilbabı ile idare etmek zorunda kalıyorum.
CİLBAB VE BEN
  İçeri girdikten sonra hemen solunuzda Selahattin Eyyubi'nin türbesi bulunuyor. Gördüğünüz türbeyle Selahattin Eyyubi isminin büyüklüğünü bağdaştıramıyoruz. Mimar Sinan misali o kadar mütevazı bir türbede yatıyor ki. Girmenizle çıkmanız bir oluyor. Çünkü oldukça küçük.
SELAHATTİN EYYUBİ'NİN TÜRBESİNİN İÇİ
    Hatta bir ara Alman II. Kasier Wilhelm burayı ziyaret ettiğinde o kadar bakımsızmış ki Alman İmparatorunun desteği ile restore edilmiş. Ve binanın dışı mermerle kaplanmış.
SELAATTİN EYYUBİ'NİN KABRİ
 Türbeye giriş 50 Suriye Lirasıdır. Bu ücretle cami ziyaretinizi de gerçekleştiriyorsunuz. Türbenin biraz daha solunda da 1912 yılında, 1. Dünya Savaşı sırasında Filistin cephesinde şehit düşmüş üç Türk Hava Subayının mezarları bulunmakta.
1. DÜNYA SAVAŞ'INDA ŞEHİT OLAN HAVA SUBAYLARININ MEZARLARI
    Ve artık Emevi Camisine girme vakti geldi diyoruz. Hani bu gezdiğimiz yerler de kötü değil ama o orada kocaman ihtişamıyla durunca insanın gözü de aklı da kayıyor yani, ne diyelim? Doğruya doğru..
 Normalde duyduğum kadarıyla Emevi Camisinin avlusuna  girdiğinizde ayakkabılarınızı çıkartmanız gerekiyor ama hava yağmurlu olduğundan dolayı biz ayakkabılarla giriyoruz. İçeri girdiğinizde kocaman bir avluyla karşılaşıyorsunuz. Avlu 50 mt x 120 mt ebatlarında, duvarları da 20 mt kalınlığındaymış. 
  İçerisi, yani camiyi çevreleyen dört duvar oldukça güzel gözüküyor insanın gözüne. Kendinizi tuhaf bir ürperti içinde bulabilirsiniz. Nedense ben öyle hissettim. Sanki içerisi ile dışarısı farklı dünyaları temsil ediyor gibi.
EMEVİ CAMİSİ AVLUSUNDAN GÖRÜNÜM
    Buranın hikayesini merak edenler için kısa bir özet vermek isterim. M.Ö. 2000 lerde başlıyor bu güzel caminin hikayesi. 
    Aramiler, Romalılar derken tarih sayfasına tapınak olarak giriyor Emevi Camisi. Romalılar Hristiyanlığı kabul edince caminin avlusunun batı kesimine denk gelen yerdeki Jüpiter Tapınağını kiliseye dönüştürüyorlar. Daha sonra Arap orduları Şam'ı ele geçirince ilk önceleri Hristiyanlar aynı şekilde ibadetlerine kilisede devam etmişler, bu sırada Müslümanlar da güney duvarında inşa edilen  bir mihrab'da ibadetlerine devam etmişler. Bu Emeviler dönemine kadar devam etmiş. Emevi Halifesi Halid bin Velid zamanında da kilise camiye dönüştürülmüş ve birçok ilave yapılmış. Başlangıçta köşelerde bulunan dört Roma burcu dışında, kilise ve Jüpiter Tapınağı yıkılmış. Sütun, kemer, revak ve çatılarda da Bizans mimarisi uygulanmış. Ehh iyi de olmuş. Caminin önce avlusunu olabildiğine gezip, sindirmek lazım. O kadar ayrıntı var ki, şaşırırsınız.
    Avludaki üç revağın üçününde üst kısmında birer kat daha var ve bunlar mozaiklerle süslü. Benim gibi mozaik hastası biri için çok çekiciler. Avlunun ortasında bir şadırvan var ismi Kubbetu'n-Nevfere imiş. Şadırvanın her köşesinde üzeri metalle kaplanmış sütunlar bulunuyor.
KUBBETU'N-NEVFERE
     Avlunun batı kısmında sekiz sütunla desteklenmiş çok süslü bir yapı var. Burası Hazine Kubbesi yani Kubbetu'l-Hazneh olarak biliniyor. Eskiden caminin kasasıymış. İlk yapıldığında hazinenin 7 kat kilidi varmış.
KUBBETU'L-HAZNEH
    Avlunun bu sefer sağına doğru ilerlerseniz yine mozaiklerle süslenmiş  bir Saat Kubbesi göreceksiniz.Bu arada bu camide eğitim amaçlı bir çok da salon bulunuyormuş.
   Caminin üç adet minaresi var. Avlunun değişik yerlerinden görebilirsiniz. Kuzey duvarının ortasındaki Gelin Minaresi ya da diğer adı Mi'zenetu'l-Arus imiş.  Hikayesi çok hoşuma gitti. Memluklar döneminde tehlikeyi bildirmek için ışıklı işaretler minareden yapılırmış. Bu minareden başlayan, bir başka minareye bir başka minareye derken, ta Kahire'ye kadar ulaşırmış.
GELİN MİNARESİ-Mi'zenetu'l-Arus
  Bu minareye gelin gibi süslü olduğu için bu ad verilmiş. Ama avluda kafanızı çevirip diğer minarelere de göz atmalısınız. Güneydoğudaki minare Garbiye ya da Kayıtbay adı ile biliniyor. Kayıtbay tarafından yapıldığı için bu ismi almış.
KAYITBAY MİNARESİ
    Ve son olarak İsa Minaresi geliyor. Yani Mi'zenetu İsa. Güneydoğu köşesinde yer alıyor. Ve minarelerin içinde en uzunu bu minare. İnanışa göre Hz.İsa kıyamet günü şeytanla savaşmak için yeryüzüne bu minareden doğru inecekmiş.
İSA MİNARESİ
UZAKLARDAN İSA MİNARESİ
   Artık bu güzel avluyu geride bırakıp içeri girmenin zamanıdır. İçeri girdiğimizde içerisi İranlı Şiilerle doluydu. Girdiğimiz bölümde İranlı kadınlar oturmuşlar dua ediyorlardı. Sanırım burası dua ya da sohbetler için ayrılmış bir bölüm olsa gerek.
CAMİDE İRANLI Şİİ KADINLAR
    Hemen solda Hz.Hüseyin'in Kerbela'da şehit edildikten sonra, Halife Yezid tarafından Hz.Ali taraftarlarını aşağılamak için üç gün başının konulduğu bir oyuk var. Baş daha sonra alınıp başka yere defnedilmiş ama insanlar akın akın bu oyuğa eğilip selam veriyor ya da öpüyorlar.
HZ.HÜSEYİN'İN BAŞININ KONULDUĞU YER
     Burası Şiiler için oldukça önemli dini bir yer olduğundan her yıl binlerce turist akın akın gelirmiş. 
  Caminin ana bölümüne yani içine doğru ilerlediğinizde yukarıdan vantilatörlerin aşağılara sarktıklarını göreceksiniz ve içeride tam ortada Kartal Kubbesi denilen büyük yapıyla karşılaşıyorsunuz. Sütunlardan oluşan bu bölümün dışarıdan görüntüsü aşağıdaki gibidir.
KARTAL KUBBESİNİN DIŞARIDAN GÖRÜNÜMÜ
     İç bölümde bu sütunların arasında Sünni mezheplere ait bir kaç tane mihrap bulunuyor. Salonun doğu kısmına doğru da ortada Hz.Yahya'nın başının gömülü olduğu türbesini görürsünüz. Her yerde fanatik Şiilerin dualarını duymanız mümkün.
HZ.YAHYA'NIN TÜRBESİ
   Caminin kalabalık ve tarih dolu iç mekanından çıkarak, genel çıkışa ilerliyorum. İçerideki mistik havadan biraz da Şiilerin hal ve hareketlerinden etkilenmiş halde zihinsel bir yorgunlukla kendimi dışarı atma isteği duyuyorum.
EMEVİ CAMİDEN ÇIKIŞ KAPISI
  Şimdi de Hamidiye Çarşı'sının içindeki ünlü Bektaş Dondurmacısınıa gidiyoruz.
BEKTAŞ DONDURMACISI-HAMİDİYE ÇARŞISI-ŞAM
   Dondurmacıya kapıdan zor giriyorsunuz. İçerisi oldukça kalabalık ve oldukça da mazisi olan bir dükkana benziyor. Muhallebi ve dondurma çeşitleri var. Zaten hemen girişte üst üste yığılmış muhallebiler üstlerindeki renkli süslemeleri ile gözlerini alıyor. Alıyor da bakalım tadı nasıl ?
BEKTAŞ DONDURMACISINDA GİRİŞTE  ÜST ÜSTE DİZİLEN MUHALLEBİLER
    Giriş bölümü oldukça kalabalık olduğundan birkaç merdivenle çıkılan bir asma kata çıkıyoruz.
BEKTAŞ DONDURMACISI İÇ BÖLÜMÜ
BEKTAŞ DONDURMACISINDA DA BABA OĞUL ESADLAR
      Bir masaya oturuyoruz. Hani bizim sürümü iyi olan ama özensiz dükkanları olan işletmelerimiz vardır ya burası da tam öyle bir yer. Mekanı pek beğenmedim yani bakalım bir de dondurması ya da muhallebisi nasıl ? Hehh işte geliyorlar.
BU BENİM DONDURMAM
BU DA FERDANIN MUHALLEBİSİ
   Görüntüye aldanmayın. İkisinden de bir kaşık alıp ağzımıza atıyoruz ama hayal kırıklığına uğruyoruz. İkisinde de ne tat var ne tuz. Sadece görüntü. Dondurma sanki donmuş su gibi bir şey. Muhallebide de bir espri yok. O zaman burayı neden bu kadar övüyorlar anlamadım ? Sonuçta tam olarak bitirmeden çıkıp, Hamidiye Çarşısı'nı geçip otobüsümüze dönüyoruz. Bu uzun günün son durağı Seyyide Zeynep Camii.
 Seyyide Zeynep Hz.Ali'nin kızıymış. Öldüğünde buraya defnedilmiş ve günümüzde Şii ziyaretçilerin akınına uğruyor. Caminin avlusunda bile kesinlikle başınız ya da vücudunuzun bir kısmı gözükmeyecek. Yoksa çok sert tepkiler gösteriyorlarmış. İran'dan oldukça ziyaretçi gelmekteymiş. 
İRANLI ŞİİLER AKIN AKIN SEYYİDE ZEYNEP CAMİSİNDELER
   Caminin kubbesi tamamen İran tarzı mimari ile yapılmış ve buranın en büyük özelliği de caminin kubbesinin som altıntan olması aslında. Karanlıkta öyle güzel parlıyor ki ben içeri girip, kalabalığın hengamesiyle uğraşacağıma bu altın kubbeyi izlemeyi tercih ediyorum.
SEYYİDE ZEYNEP CAMİ VE ALTIN KUBBESİ
         Günü bu güzel görüntüyle bitirip otelimize yerleşiyoruz. Oldukça uzun ve yorucu bir gün oldu. Yarın yine yollardayız. Hadi hayırlısı bakalım..

8.GÜN: ŞAM-5/2/2011:  Bugün tekrar geri dönmemecesine Şam'dan ayrılıyoruz. Bir gir, bir çık işin suyu çıktı zaten.  Bugün gezi programı tam bana göre; önce mistik Malula sonra da otantik Palymira.
    Şam'dan 55 km uzaklıkta bulunan Malula'ya gitmek için Kallamuun Dağlarını aşmamız gerekiyor. Otobüsümüzle dik ve sarp yamaçları aşarak sabahın ilk saatlerinde Malula'ya varmadan dünyanın en eski manastırı olarak bilinen Couvent Sts. Serge et Bacchus Manastırı'na uğruyoruz. Tam 1800 yıl önce inşa edilmiş, size o günleri tattıracak sevimlilikte bir yer burası. Dünyada hala Aramice konuşulan yerlerden biri. Hatta bizi gezdiren Rahip konuşmalarının bir kısmını da Aramice yapıyor sırf Aramiceyi duymamız için. Yeni bir şey duyup, hissediyor olmak mutlu ediyor beni.
STS. SERGE ET BACCHUS
  Rahip eşliğinde manastırı geziyor ve hediyelik eşya satılan bölümüne uğruyoruz. Ev yapımı şaraplar, süs eşyaları, örtüler, kitaplar, kitap ayraçları gibi bir çok şey var. Ben bir kaç tane kitap ayracı alıyorum. Herkes alışveriş yaptıktan sonra oyalanmadan çıkıyoruz. 
   Ama manastırdan ayrılmadan küçük bir ayrıntıyı da hatırlatmak isterim. Manastırın önündeki sudan içildiği taktirde, bu su erkeklere kuvvet, kadınlara da ikiz doğurma gücü verirmiş. Söylemesi benden, denemesi sizden. Evet efendim dünyanın en eski manastırından ayrılıp, yine dünyanın en çok eski şirin bir kasabasına Malula'ya doğru ilerliyoruz. Manastırla Malula'nın arası çok uzak değil zaten.
  Malula tarihi Aramilere kadar uzanan küçük bir kasaba. Malula İsa'nın konuştuğu dil olan Aramiceyi konuşan nadir yerlerden biri. Dünya üzerinde bu dil sadece Suriye'de bulunan dört kasabada konuşuluyormuş. Kasaba'nın nüfusu Müslümanlar, Rum Ortodoks ve Rum Katoliklerden oluşuyor. Ve konum olarak  kayaların, dağların arasında yerleştiğinden dolayı geçmişini de korumuş. 
MALULA EVLERİ
  Kasaba ismini Azize Takla'nın dua ederken dağda açtığı geçitten alıyor. Ve burada bulunan Azize Tekla ve St. Serge Manastırlarını her yıl binlerce Hristiyan ziyaret ediyormuş.
AZİZE TAKLA VADİSİNE GİRERKEN MANASTIRIN RESİMLERİ
  Biz Malula gezimize Azize Takla'nın dua ederken açtığı sisli vadiden yürüyerek başlıyoruz. O zaman hikayemizi anlatsak hiç de fena olmaz. Rivayete göre  M.S 70 yıllarda Konya valisinin kızı olan Azize Takla Hz. İsa'nın havarilerinin iman ediyor ve onların yolunu izliyor. Bunu duyan babası kızını eski dinine dönmesi için zorluyor. Fakat Azize Takla kabul etmiyor. Bunu üzerine babası kızına olmadık işkenceler yapmaya başlıyor. Sonunda Azize Takla da kaçıp Şam'a kadar geliyor. Fakat ilerlerken önüne yüksek bir dağ çıkıyor. Azize Takla Allah'a ona yardım etmesi için yakarıyor. Bunun üzerine yerden bir su fışkırıyor ve dağ bir insanın geçeceği kadar aralanıyor. Böylelikle Azize Takla Malula Köyüne vararak insanlara inancını anlatıyor. Ölünce de onun adına bir kilise inşa ediliyor. Gittiğinizde kilisenin duvarlarında Azize Takla'nın yaşadığı zulmün resimlerini görebilirsiniz.
AZİZE TAKLA'NIN DUALARI İLE AÇILAN VADİ
AÇILAN YARIK YA DA KANYONDAN GÖRÜNÜM
   Ve bu pek de uzun olmayan 500 mt lik kanyonu geçip Azize Takla Manastırına varıyoruz.
AZİZE TAKLA MANASTIRININ ÜSTTEN GÖRÜNÜMÜ
     Manastırın girişine geldiğimizde artık saat kuşluk vaktine gelmişti. Sokakta güzel bir ekmek kokusu vardı. Burunlarımızın aldığı kokuyu araştırınca gördük ki tam karşımızda bir fırın var ve fırından çıkan pideleri havalandırmak için seriyorlardı.
FIRINDAN TAZE TAZE ÇIKAN PİDELER
    Hemen bir iki tane alıp yedik. Sonra da manastırın içine daldık. Manastıra girdikten sonra bile bir çok dik basamak çıkmak zorunda kalıyorsunuz. 
AZİZE TEKLA MANASTIRI GİRİŞİ
    İçeri girdiğinizde doğal olarak kafanız yukarılara bakıyor. Kayalıkların dibinde bir yer burası. Ve manastırın en üstlerinden doğru size bakan heykeli görüyorsunuz. Burası bir Ortodoks manastırıymış. Ve Malula halkı Azize Takla'nın kasabalarının koruyucusu olduğuna inanıyorlarmış.
MANASTIRI GÖZETLEYEN HEYKEL
MANASTIRIN DUVARLARI
MANASTIRIN AVLUSU
  Sanki burada Azize Takla şifalı eliyle siz de dokunuyormuş gibi oluyor. Çünkü manastırın içindeki huzur size de yansıyor ve çıktığınızda içinizde bir durağanlık, bir sükunet hissediyorsunuz. 
  Bir zamanlar Hz. İsa'yı ağırlayan bu küçük kasaba  bugün de bizi ağırlıyor. Tuhaf ötesi bir şey. Burası gerçekten hala o günlerdeki gibi bir hava soluyor. Sizi başka bir zaman dilimine götürüyor. Ve dünyadaki onca din kavgasına , bağırış, çağırışa rağmen burada insanların bu 2000 yıllık bir kasabada böyle uyumlu yaşaması çok hoşuma gidiyor.
  Manastırdan çıkıp hediyelik eşya satıcılarına bakıyoruz. Ortadoğuya gidip puşi almadan gelinmeyeceği için bu bölgeye has renkli, şık puşilerden alıyoruz. O sırada dükkan sahibi bize kakuleli kahve ikram ediyor. Tadı biraz acı olmakla birlikte kakuleyi ve kahveyi sevdiğim için yudumluyor bir yandan da Malula sokaklarında ilerliyorum.
 Serbest zaman sonrası otobüse bindiğimizde herkes gerçekten buradaki hoşgörüyü ve günümüzü düşünüp, tartışmaktaydı.  Bu düşüncelerle Suriye'nin daha kuzeyine, çöl bölgelerine doğru ilerlemeye başlıyoruz.
  İlk defa çölümsü bir yerde bulunuyorum. Uçsuz bucaksız sarı kum tanecikleri önce göze güzel gelse de bir süre sonra gözleriniz uzaklarda bir şeyler arıyor. Sonunda Palmyra'ya varmadan, yol üzeri ünlü bir kafede mola veriyoruz. Bağdat Cafe bu atmosferde bir film seti gibi geliyor insana. Kafenin girişinde  kafenin gps koordinatlarını veren koca bir taş duruyor.
BAĞDAT CAFENİN GPS KOORDİNATLARI
    Bu taştaki bilgileri okuduktan sonra mutlaka kafenin etrafını dolaşın. Çok hoş görüntüler göreceksiniz. Havanın biraz da puslu olması bu otantik yeri daha güzel gösterdi gözüme.
BAŞKA BİR AÇIDAN BAĞDAT CAFE
BAŞKA BİR AÇIDAN BAĞDAT CAFE
   Bağdat Cafe'nin girişinde küçük bir oturma yeri bulunuyor. Sobasının etrafında ısınıp, çayınızı yudumlayabilirsiniz. Ve güzel bir sohbet çevirebilirsiniz.
BAĞDAT CAFE'NİN İÇİ
   Bu arada Bağdat Cafe'de garsonluk yapan bir Bedevi gencine gözümüz takılıyor. Bir Arap için oldukça düzgün bir görüntüsü vardı. Sanki Arap değil de, sırf laf olsun diye öyle giyinmiş gibi duruyordu. Sırf espri olsun diye bir fotoğraf çektiriyoruz. Yakşıklı bir Bedevi ile fotoğraf çekilmemde bir sakınca yoktur herhalde.
BAĞDAT CAFE'NİN YAKIŞIKLI GARSONU
   Kafenin iç bölümünde bir de hediyelik eşya bölümü var. Balık Hz. İsa'dan dolayı burada önemli bir şey. Bazı çömlekten yapılmış, üzeri balık desenli objeler var. Vazo olanlardan yeşil desenli birini alıyorum. Bağdat Cafe'den hatıra olsun, salonumu süslesin diye. Burada bir yarım saat vakit geçirdikten sonra tekrar otobüse binip, Palmyra'ya ilerliyoruz. Ama giderken çölün ortasındaki bu vahaya bir daha göz atmayı ihmal etmiyorum.
UZAKLARDAN BAĞDAT CAFE
   Palmyra'yı da şimdiden merak ediyorum. Buraya gelmeden hakkında çok şey duymuştum. Benim için en önemlisi de bu gezideki en otantik yer olma özelliğini taşımasıydı.
  Palmyra'ya Suriye çölünü ortadan bölerek geçen Şam-Halep otoyolu ile ulaşıyoruz. Üzerinden geçtiğimiz çölün büyük bir bölümü düz, kayalık ve kocaman ovalardan oluşuyor. Uzaklarda noktalar halinde Bedevilerin kıl çadırlarını görebilirsiniz. Zaten Palmyra'da yaşayanların çoğu da Bedeviler . Bedeviler bin yıldır otlak alanlar bulmak için deve, koyun ve keçilerini dolandıran göçebe çobanlardır. Öğrendiğimize göre içinde bulunduğumuz yüzyıl Bedevileri pek etkilememiş. Birkaç modern yemek pişirme araç gereci ve Nissan traktörleri dışında hayatlarında pek bir şey değişmemiş. Ana yol ya da yan yolların yanlarındaki yıkık dökük beton evlerde ve kovan tipi köy evlerinde yaşamaktalarmış.
    Çölde yer alan Antik Palmyra kenti hurma ağaçlarının bulunduğu büyük bir vahanın hemen yanında bulunuyor. Bu antik kent gerçekten de Ortadoğu'daki en egzotik harabe olma ünvanını kazanıyor.
  Biz önce modern Palmyra'ya yani bugünkü ismiyle Tedmur'a gidiyoruz. Tedmur Palmyra Harabelerinin biraz daha kuzeyinde yer alıyor. Kasabaya girdiğimizde sanki bir uyku haliyle karşılaşmış gibiydik. Sokaklar bomboş  ve sokaklara sükunet hakimdi. Izgara biçimiyle sıralanmış Tedmur caddelerinde dolaşıp, yemek yemek için bir yer arıyoruz. Ortadoğu'ya gelip de hala felafel yememiş olmanın verdiği bir rahatsızlıkla felafel yemek için içten içe öldüğümü itiraf ediyorum. Sonunda küçük ama  fazla hijyen olmayan salaş bir yere tıkışıp felafel yemeyi başarıyoruz. 
SALAŞ BİR KAFEDE YEMEKLERİMİZİ BEKLERKEN
  Hayatımın ilk felafelini İsviçre'de Lübnanlılardan yemiştim. Felafel bir çeşit nohut köftesi aslında kimi yerde buradaki gibi köfte olarak geliyor kimi yerde ise sarımsaklı sosuyla dürüm şeklinde sunuluyor. Sanırım sarımsak sosuyla ikinci versiyon bana daha hoş geliyor.
TEDMUR'DE FELAFEL
    Yemek yediğimiz yerde hem dinlendik hem de açlığımızı giderdik. Ve kalkıp Tedmur'un ünlü caddesi Kuvvetli'de bir tur attık. Her yerde tavandan aşağı asılı hurmalar dikkatinizi mutlaka çekecektir.
HURMALAR HER YERDE
    Yavaş yavaş Antik Palmyra'ya doğru keşfe çıkıyoruz. Çok erken dönemlerden beri Palmyra'daki su kaynakları insanlık tarafından keşfedilmiş. Eski yzaıtlarda da buradan bahsedilmekte ve Tedmur çölün kalesi olarak geçiyor. Roma İmparatorluğu Petra'yı kendine kattığında Palmyra'da birdenbire kalkınmaya başlamış. Ve Roma İmparatorluğunun güç merkezi olmuş. Bir süre sonra da en önemli kervan şehirlerinden biri haline gelmiş. Zaten biz de Antik Palmyra'ya varmak için bu tarihi kervan yolundan yani İpek Yolu'nun bir bölümünden yürüdük. Tarihi İpek Yolu'nu yakaladığım her yerde çok mutlu oluyorum. Bir zamanlar koca kervanların yollara düşüp katar katar buralardan ilerlediğini düşününce içim bir tuhaf oluyor. Sanki bir an o zamanlara dönme hissi içimi yalayıp geçiyor. Biraz daha beklesem hayallere de dalacağım ama olmuyor.
PALMYRA'DAKİ TARİHİ İPEK YOLU
  Bu arada Suriye'nin antik tarihinde en çok ilgi çeken isimlerden biri de Kraliçe Zenobia. Güzelliği ile ünlü bu Arap Kraliçesi Romalılara meydan okumuş zamanında. Zenobia 252'den öldürüldüğü yıl 267'ye kadar Palmyra'yı yönetmiş. Suriye ve Arap milliyetçilik duygularının gelişmesinde bayağı katkıları olmuş. Rehberimizden bir yandan Palmyra ile tarihi bilgileri alırken bir yandan da yürüyoruz. Harabelere bu yol üzerinden yürümeniz 20 dakika falan sürüyor.             
 Harabeler gezmek için birkaç bölüme ayırabiliriz aslında. Biz birinci olarak  Bel Tapınağı'na gidiyoruz. Bel Tapınağı Roma şehrinin dini merkezi oluyor.
PALMYRA BEL (BAAL) TAPINAĞI
    Bel Tapınağı için şehrin en ilgi çekici yeri olduğunu söylüyorlar. Palmyralılar için en büyük tanrısal varlıkmış. Ve Yunan tanrısı Zeus'a eş sayıyorlarmış.     
BEL TAPINAĞININ AVLU BÖLÜMÜ
    Tapınakta kimi yerlerde restorasyon yapıldığını göreceksiniz. Bunlar bir çok zamanda yaşanan depremlerden sonra yapılan düzeltmelermiş. Üstteki fotoğraftaki bu avlu bir zamanlar kasaba şeklindeymiş. İçeride bir tapınak, tapınağın arka tarafında da aristokrat ev harabeleri bulunuyor. Bir de Etnografya Müzesi var.  Antik şehrin bu bölümünden çıkıp büyük sıra sütunlu bölümü yani kentin ana eksenini geçip doğu tarafına yürüyoruz. Burası sanki daha az hasar görmüş gibiydi.
   Burada da ilgi çekecek çok şey var ama şehrin bu bölümüne geçtiğimizde dibimizde bir Arap çocuğu bitiveriyor. Bayıldım ona. 5 Tl, 5Tl diye peşimizde dolanıp, bize kartpostal satmaya çalışıyor. İsmini öğrenemedim ama ona Abdü ismini verdim. Yanakları dolu dolu, sıkılmalık, bitirim bir şey.
ABDÜ- 5 TL 5 TL
ABDÜ VE KARTPOSTALLARI
      Abdü'yle bayağı samimi oluyorum. 5 tl ye kartpostallarından alıyor ve bol bol fotoğraf çektiriyoruz.
ABDÜ VE BEN PALMYRA'DA MUTLUYUZ
     Bu arada Palmyra'nın bu bölümünde neler var bir bakalım. Tiyatro, agora, senato binası gibi bütün antik şehirlerde yakalayacağınız klasik binalar ya da kalıntıları mevcut.
TİYATRO
   Görüntüsü çok hoşuma giden  Tetrapilon'a doğru ilerliyoruz. Harabelerin içinde gerçekten bu yapı sizi kendine çekiyor. Fakat öğrendiğimiz kadarıyla sadece bir sütunu orjinalmiş.
TERAPILON-DÖRTLÜ SÜTUN
    Bu arada antik şehri arkanıza alıp biraz kaleye dönün ve ona doğru yürüyün. Yürüdüğünüz yolda bir zamanlar askerlerin, yöneticilerin büstlerini taşıyan koca koca sütunlarla dolu olacak.
SÜTUNLU YOLDA KALE MANZARASI
  Bu sütunlu yolu yürüyerek kaleye çıkmamız kolay olmayacağından otobüsümüze binerek kaleye doğru gidiyoruz. Kalenin adı İbn Ma'an.  Buradan da görüldüğü gibi volkanik bir koninin üstüne kurulmuş. 
İBN MA'AN KALESİ
  Lübnan'lı Emir Fahreddin tarafından Suriye çölünün kontrolünü sağlamak amacıyla yapılmış. Fakat Emir sonra Osmanlı tarafından ele geçirilip idam edilmiş. Bundan sonra da kale tamamen terk edilmiş. Tepeden manzara muhteşem ama kale pek bakımlı değil.
KALENİN DİBİNDEKİ GİRİŞ YERİ
     Kaleden aşağılara, Palmyra'ya göz atın. Durup antik şehri, çölün rengini ve hurma ağaçlarını izleyin.
 KALEDEN MANZARA
  Bu kenti alacasıyla bulacasıyla izleyerek, yürüyerek, gezerek akşamı ediyoruz. Aslında buraya yalnız gelip dolaşmak en güzeli olurdu ama artık bir başka sefere diyorum. Artık Palmyra'nın yakınındaki, çöl ortasındaki otelimize geçme vakti geliyor. 
      Buradaki otelimiz çölle tezatlık oluştururcasına çok güzel ve modern. Otele yerleşip, biraz dinleniyor ve akşam için hazırlanıyoruz. Akşam Bedevi çadırına davetliyiz. Bu sebeple de çok heyecanlıyız.
  Hava kararınca Bedevi çadırına geçiyoruz. Daha çadıra girmeden bizi müziklerle karşılıyorlar. Çok hoşumuza gidiyor. Küçük bir oyun ekibi de Arap müziği eşliğinde dans gösterisi yapıyor. Çadırdan içeri girerken hemen girişte ekmek yapan kadınlarla karşılaşıyoruz.
BEDEVİ ÇADIRINDA EKMEK YAPAN KADINLAR
  Bedevi çadırı keçi kılından yapılıyor. Bizim oturmamız için çadırın kenarlarına sedir şeklinde oturma bölümleri yapılmış. Herkes sedirlere yavaş yavaş yerleşiyor.
BEDEVİ ÇADIRINDAYIZ
     Akşam çok hareketli geçiyor. Lezzetli Arap yemekleri, mezeler, şarap ve Arap müziği bir de arkadaşların sohbetiyle birleşince unutulmayacak bir akşam yaşıyoruz.
KUZU ÇEVİRME VE PİLAV
   Kuzu eti, pilavı ve mezelerden bol bol yeyiyoruz. Hepsi gerçekten çok lezzetli . Bedeviler bizden yemek konusunda tam puan alıyorlar. Ama bütün gece aynı tonda giden müzikleri ile biraz sıkılsak da edilen danslarla bayağı eğleniyoruz.
ŞARKI SÖYLEYEREK PARA TOPLAYAN BİR BEDEVİ
BEDEVİ ÇADIRINDA DANS EDENLER
    Uzun, koca ve enteresan bir gün sonunu arkadaşlarla otelde şarap içimi ile sonlandırıyoruz. Bir yolculuğun daha sonlarına doğru gelirken evde beni bekleyen sevgili kocamın da burnumda tüttüğünü düşünerek, ondan çok çok uzaklarda bir çölün ortasında uykuya dalıyorum. İyi geceler uzaklardaki yarım..

 9. GÜN: PALMYRA-6/2/2011:  Kahvaltının ardından Humus'a hareket ediyoruz. Rotamız devamlı kuzeye doğru bugün. Zaten en son noktaya geldiğimizde de ülkemize girmiş olacağız.
     Bugün Humus'da İslam ordularının en ünlü komutanlarından birinin, Halid bin Velid'in türbesini ve camisini ziyaret edeceğiz. Ama daha önce Humus'dan biraz bahsedelim. Humus Aramice yumuşak toprak demekmiş. Burası Suriye'nin üçüncü büyük şehriymiş. Bugün Humus'un en büyük önemi barındırdığı petrol yataklarıymış. Humus halkı ise donukluğu ve görgüsüzlüğü ile bilinirlermiş. Eğer Suriye'de bir seyahat düşünüyorsanız yolunuz mutlaka Humus'tan geçermiş. Çünkü bütün yolların kesiştiği bir konuma sahip. Fakat bu şehirde gezilecek pek da fazla şey yok. Tabi burada da diğer şehirlerde olduğu gibi çarşılar var ama biz doğruca Halid bin Velid'in Camisine gidiyoruz.
    Cami 1910 yılında Osmanlıların son döneminde inşa edilmiş. Tam anlamıyla Arap Osmanlı stilleri karışımı bir cami görüyoruz karşımızda.
HUMUS-HALİD BİN VELİD CAMİİ
   Caminin avlusu siyah beyaz şeritli taşlarıyla oldukça çarpıcı gözüküyor. İki de minaresi var.
HALİD BİN VELİD CAMİİ AVLUSU
     Camiden içeri girerken yine üzerinizi örtecek cilbabınızı  giyiyor, öyle içeri giriyorsunuz. Ve içeride bir köşede Halid bin Velid'in türbesini görüyorsunuz.
HALİD BİN VELİD TÜRBESİ
  Halid bin Velid Peygamberimiz tarafından "Allahın Kılıcı" ünvanıyla onurlandırılmış. Zira büyük bir komutan olduğu söyleniyor. İslamı Suriye'ye getiren savaşçı olarak biliniyor. Ve Humus'ta da ölüyor. Buraya da gömülüyor.
  Bu cami dışında pek bir özelliği olmayan Humus'dan ayrılarak anayolu devam ederek Asi Nehri kıyısındaki Hama şehrine geliyoruz. Hama duyduğumuz kadarıyla Müslüman Kardeşler grubunun üssü gibi bir yermiş. Zaten Hama deyince akla hemen 1982'deki Hama katliamı geliyor. Müslüman Kardeşler ile Hafız Esed güçleri arasındaki çatışmada Hafız Esed'in büyük oğlu ölürken diğer yandan halktan da on bin civarında kişinin öldüğü de açıklanıyor. Üç hafta süren olaylar sonunda Müslüman Kardeşler sempatizanları sürgüne gönderilmiş ya da yer altına çekilmişler. Çok değil 30 yıl sonra da ortaya çıktılar işte. O sebeple Suriye'de önemli bir şehir Hama şehri.
    Belki de su kenarı olduğundan insana sevimli gözüküyor Hama. Bir de çok uzaklardan bile gözünüze çarpan su dolapları yok mu? Sevimli mi sevimli..
HAMA'DAKİ SU ÇARKLARI
     Su dolapları burada en göze çarpan şey. Her gelen de en önce onları görmek istiyor zaten. Su dolapları ilk kez Eyyubiler zamanında su dağıtımı için yapılmış. Dolaplar nehirden suyu alıp su kemerlerine aktarıyor, su kemerleri de şehre su taşıyorlar. Ortaçağda otuzdan fazla su kemeri varmış. Ama günümüzde on yedi tane bulunuyormuş. Tabi bu dolapları seyretmek için hemen kenarlarına kafeler de yapılmış.Bu arada Yunus Emre'nin "Dertli Dolap" şiirini bu dolaplar için yazdığı söyleniyor.

            DERTLİ DOLAP

            Benim adım dertli dolap
            Suyun akar yalap yalap
            Böyle emreylemiş şalap
            Derdim vardır inilerim...
DERTLİ DOLAP
     Hama'dan ayrılıp artık bu gezideki son noktamıza yani beyaz şehir Halep'e doğru ilerliyoruz.
      Büyük geniş bir alana kasvetle yerlemiş beyaz şehir diyorum ben Halep'e. Bu arada Suriye'nin de ikinci büyük şehri oluyor kendileri. Dünyanın en eski yerleşimi olma konusunda Şam ile aralarında hep bir çekişme varmış. Görkemli kaleleri, çarşıları, camileri, daracık ara sokaklarıyla ilginç bir şehir burası. Tabi bu şehirde gezerken ticaretin her alanda burada önemli olduğunu anlayabiliyorsunuz. Zaten biz de ufak çapta alışveriş için kendimizi hemen Halep Mecidiye Kapalı Çarşısı'na atıyoruz. Bu çarşı Abdülmecit tarafından yaptırılmış.
    Çarşı çok büyük gerçekten. Ama genel olarak doğu motiflerini taşıyor. Ama sanki kapalı çarşı daha gösterişli gibi geliyor bana. 
HALEP ÇARŞISI
HALEP ÇARŞISI
ÇARŞIDA SATICILAR
BİR BAŞKA SATICI
     Çarşıdan çıkıp sabahtan beri yemek yemeyen karınlarımızı susturmak için tam kalenin karşı sırasına sıralanmış restoranlardan birine oturuyoruz. Son bir defa felafel yeme isteği duyuyorum. Çok geçmeden de sipariş verdiğim felafel geliyor.
HALEP'TE FELAFEL
   Tam önümüzdeki yol gezinti yolu gibi bir şey. Kalenin hemen dibinde bulunuyor. Zaten biz de yemek yedikten sonra doğruca kaleye çıkacağız. 
HALEP KALESİ ÖNÜNDEKİ YÜRÜYÜŞ YOLU
     Halep'te ne yapılır nereler gezilir diye elimdeki kitaba bakınıyorum biraz. Tabi ki en önce çarşı geliyor. Sonra kale, Ulusal Müze, Cdeyde Mahallesi diye sıralanıyor. Ehh çarşıyı gezdik. Kaleye çıkacağız. Ulusal müzeye gitmeyeceğiz. Cdeyde Mahallesinin önemi ise azınlıkların yeri olmasıymış. 
     Benim en çok hoşuma giden çarşıya doğru ilerlerken dolaştığımız daracık, dolambaçlı yollar oldu. Tam bir Arap kentinde hissettim kendim. Bu arada artık yavaş yavaş kaleye gitmenin vakti geldi.
      Halep 1. Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı hakimiyetinde kalmış. Halep Kalesi şehrin ortasında birbirini izleyen şehirlerin kalıntılarının yükselmesiyle oluşmuş. 50 metre kadar yükseklikte duruyor. Kalenin en önemli özelliklerinden biri hendeklerle çevrilmiş olması. Eyyubilerden kalma taşları ve köprüleri ile kaleye ulaşabiliyorsunuz.
KALEYE GİRMEK İÇİN KÖPRÜLERİ AŞIYORSUNUZ
      Kapıları geçip koca koca taşlı yollarda yürümek hoş bir duygu. 
KALE GİRİŞİNDEKİ TAŞ YOL
  Bir zamanlar bu hendeklerde timsahların yüzdüğünü düşününce insan bu taşları daha bir çok seviyor.
HALEP KALESİ GİRİŞ KAPISI
  Kalenin dışarıdan tek bir girişi varken içeriden dehlizlerle dışarıya bağlanıyormuş. Bu arada siz bu giriş kapısından geçip ilerlerken, yukarılardan gizli deliklerden sizin geldiğini gören askerler varmış o zamanlar. Güvenlikte sınır yok yani.
    Kalenin içinde yok yok. Cami, Eyyubi Sarayı, hamam, taht odası, kafe, tiyatro gibi bir çok şey var.
HALEP KALESİNDEKİ  ROMA TARZI TİYATRO
HALEP KALESİ'NDEKİ TAHT ODASININ TAVANI
HALEP KALESİNDEKİ İBRAHİM CAMİ
      Bu kalede olmanın en güzel yanlarından biri de manzaranın şehre hakim olması. Dört bir yana bakış atabilirsiniz. Ama karşınızda bembeyaz, koca, yalnız bir şehir göreceksiniz.
HALEP KALESİ'NDEN ŞEHİR MANZARASI
     Kaleden inip Halep'ten ayrılmak için otobüsümüze binip daha önce Suriye'ye girerken tattığımız o değişik tatlılardan almaya gidiyoruz.  
SURİYE'NİN MEŞHUR TATLICILARINDAN BİRİ
  Her gidişin bir dönüşü vardır. Biz de neredeyse 10 gündür yollardayız. Binlerce yıllık medeniyetleri, savaşların izlerini gördük, çölleri aştık, döndük dolaştık Gaziantep'teki sınır kapımıza geldik. 
 Bölgeden ayrılırken bir türlü gezi içime sinmemiş, buraların tadına doyamamış ve buralara tekrar gelmeye söz bile vermiştim. Ama yazıyı yazdığım şu anlarda Halep Çarşısı'nın yandığını, Şam, Hama, Humus ve Halep'in yerle bir olduğunu, binlerce insanın öldüğünü biliyorum. Ve içim sızlıyor. En önemlisi de gördüklerimi tekrar göremeyeceğimi bilmek üzüyor beni.
 Tarih boyunca zaman zaman yaşanan yıkım ve ölümler şimdi Suriye'nin başında dolanıyor. Umarım bu acı deneyimi yaşamak bizden çok uzaklardadır.
       
  Hoşgörü ve sevginin yolumuzda bizden uzak olmaması dileğiyle....


     ORTADOĞU GEZİSİ İÇİN OKUDUĞUM KİTAPLAR
  1. Suriye Gezi Rehberi-Ocak yayıncılık
  2. Suriye Yolculuğu-Naure Çarkı-Özcan YURDALAN
  3. Ortadoğu- Bernard LEWİS
  4. Lübnan-İç Savaşın Gölgesinde-Zahide Tuba KOR
  5. Zeytindağı-Falih Rıfkı ATAY
  6. Yüzyıl Önce Anadolu ve Suriye-Dr. Şerafeddin MAĞMUMİ
  7. Suriye Raporu-Mustafa BALBAY
  8. Değişen Komşumuz Suriye-Erdoğan ASLIYÜCE
  9. Lübnan ve Türkiye ile İlişkiler-Veysel AYHAN-Özlem TÜR
  10. Beyrut Şehremininin Hatırları- Selim Ali SELAM
  11. Ortadoğu Siyasetinde Suriye-Türel YILMAZ-Mehmet ŞAHİN
  12. Kuşatma Altında Beyrut Günlüğü-Kemal KAHRAMAN
  13. Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk-Selahattin GÜNAY
  14. Lübnan'da İç Savaş-B.J.ODEH
  15. Anadolu-Suriye- Mısır Seyahatnamesi-Şibli NUMALİ


 Teşekkürler..